Ramazan ve Yahya Kemal
Fatih BAĞCIOĞLU 
Türklerin 10. yüzyılda kitleler halinde İslâmiyeti kabul etmesiyle başlayan İslâmi Türk Edebiyatı, toplumda meydana gelen büyük değişikliklere kadar, yüzyıllar boyunca devam etti. 18. yüzyılda batılılaşma hareketleriyle başlayan bu değişiklikler, 19. yüzyılda hız kazandı ve devletin resmi politikası haline geldi. Toplumda artık, yavaş yavaş her şey değişiyordu: Eğitim sistemi, hayata bakış tarzı, değer hükümleri, inançlar, örfler, âdetler, zevkler, hatta giyim kuşam bile. Bütün bu değişiklikler içinde edebiyatın değişmemesi mümkün değildi; o da değişecekti. Nitekim 19. yüzyılın ortalarına doğru edebiyat da değişti. Tanzimat'tan sonra Türkiye'de Yeni Türk Edebiyatı veya Modern Türk Edebiyatı adı verilen batı tesirindeki Türk edebiyatı başladı.

Batı tesirindeki Türk edebiyatının ilk devresini edebiyat tarihçileri, daha sonra Tanzimat Edebiyatı olarak adlandırdılar. Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal'in temsil ettiği birinci Tanzimat nesli, eserlerinde daha çok hak, hürriyet, adalet, eşitlik gibi mücerret kavramlar üzerinde durdular. Abdülhak Hâmit, Recâizâde Mahmut Ekrem, Sami Paşazâde Sezâi'nin temsil ettiği ikinci Tanzimat ve Tevfik Fikret ile Cenap Şahabettin'in temsil ettiği Servet-i Fünûn nesli ise sanat için sanat anlayışına sahip oldukları için pek sosyal meselelerle ilgilenmemişler, halktan tamamen uzak yaşamışlar ve bizim insanımızı görememişlerdir. Fikret, bazı şiirlerinde, meselâ meşhur Balıkçılar şiirinde, fakir bir âileyi anlatsa da, bunu gidip, görüp yaşayarak değil Pierre Loti'ye ve François Coppee'ye özenerek ve onlardan ilham alarak yazmıştır (1). Ayrıca Servet-i Fünûncular milli ve manevi değerlere karşı ilgi duymamışlar, aksine o değerlerden nefret etmişlerdir.

Daha sonra ikinci Meşrutiyet devrinde gelişen Milli Edebiyat akımında ise şairler, millî olmayı sade, duru bir dil kullanmak, hatta arkaik kelimeler kullanmak, hece vezniyle şiir yazmak zannetmişlerdir. Halkın, geniş kitlelerin değerlerini benimsemek yerine, halka birtakım yeni, başka değerleri benimsetmek yolunu tercih etmişlerdir.

Cumhuriyet devrinde de Türk Şiiri, aşağı yukarı aynı çizgide gelişmiş, bu devirde yetişen Türk şâirleri de, milletimizin sahip olduğu değerleri sevme ve yüceltme yerine, kendilerinin, yani aydın denilen küçük bir azınlığın benimsediği, kabul ettiği ve çoğu zaman da toplumun değerlerine taban tabana zıt, onlarla çatışan bir takım görüş ve düşünceleri eserlerinde işlemiş, onları terennüm etmişlerdir. Hatta Behçet Kemal Çağlar, Kemalettin Kamu gibi bir çok şâir, toplumun inançlarına, mukaddeslerine, değerlerine hücum eden, onlarla alay eden, onları tahkir ve tezyif eden şiirler yazmışlardır.

Bu sebeple bizim burada üzerinde duracağımız Yahya Kemal'in "Atik-Valde'den İnen Sokakta" adlı şiirinin, Tanzimat'tan beri gelişen Türk şiirinde ayrı bir yeri, ayrı bir önemi vardır.

Yahya Kemal bu şiirinde, İstanbul'un ücra ve fakir bir semtini ve bu semtin güzel insanlarını, bu güzel insanların güzel İnançlarını, güzel duygularını ve onların tatlı ve aydınlık dünyalarını anlatır.

Şâir bir Ramazan günü, iftardan önce Atik-Valde semtine gider. O, Atik-Valde gibi, Koca Mustâpaşa gibi eski, fakir ve ücra semtlere sık sık uğrar, "kaç defa" bu semtlerin sokaklarında dolaşır. Halbuki kendisi bu semtlerde değil, Moda gibi lüks semtlerde yaşar. Yahya Kemal'i yaşadığı lüks semtlerden, bu eski, ücra ve fakir semtlere getiren şey, o semtlerin manevî havasıdır. Şâir, Atik-Valde'de oturan oruçlu ve dindar insanlara büyük bir hayranlık ve gıpta ile bakar. Çünkü onlar, bütün fakirliklerine, imkansızlıklarına rağmen mutlu ve huzurludurlar. Bu "süzülmüş benizli" insanlar, sessizce, birer birer çarşıdan evlerine dönerler. İftar vakti yaklaşmış, tatlı bir bekleyiş başlamıştır. Herkesin kulağı top sesindedir. Şâir ne güzel çizer bu tabloyu:



İftardan önce gittim Atik-Valde semtine.
Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.

Az sonra meydanda kimse kalmaz. Bir top gürültüsüyle gün biter. Top gürleyip oruç açılınca, bu semtte kerpiçten evlerde yaşayan bu süzülmüş benizli güzel insanları, bir nurlu neş'e kaplar. Çünkü onlar, Yaratıcılarına karşı görevlerini yapmanın hazzı, mutluluğu, huzûru ve sükûnu içindedirler. Çünkü o gün de, tuttukları orucun sıkıntısı bitmiş, mükâfatı, lezzeti, güzelliği kalmıştır;

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün.
Top gürteyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.


Bu güzel mısraları yazan, bu fakir fakat mutlu ve huzurlu insanların temiz, ferah ve aydınlık dünyalarını anlatan şâirin kendisi, derin bir üzüntü içindedir. Çünkü herkesin oruçlu olduğu bu semtte sadece şâir oruçsuzdur. Herkes evinde orucunu açıp iftarını yaparken o, tenha sokakta neş'esiz ve yapayalnız kalır. Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı, onun ruhunda büyük çalkantılar meydana getirir.

Şâir, bu üzüntüyle kendini âdeta gurbette hisseder. Milletinin inançlarından, değerlerinden, ibadetlerinden uzak kalmak, ona milletinden uzak kalmak gibi ağır, acı ve dayanılmaz gelir:

Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.


Böyle bir ruh hali içinde bulunan şâiri, bir tek düşünce teselli eder: O da kendisinde bu tür duyguların kalmış olmasıdır. O, milleti gibi yaşamasa bile, milleti gibi inanan, halkı gibi hisseden, içinde yaşadığı toplumun değerlerine hayranlıkla bakan, milleti gibi oruç tutmasa da buna üzülen, bunun ezikliği, ıztırabını yaşayan bir insandır. Bu yönüyle o, Tanzimat'tan beri yetişen Türk aydınlarından kuvvetle ayrılır. O, o zamana kadar Türk aydınlarının yaptığı gibi içinde yaşadığı toplumdan "kaçış kapıları arayan insan değil", "eve dönen adamdır" (2). Bu, şâiri çok yakından tanıyan ve öğrencisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın da belirttiği gibi "bir çeşit vicdan azabına çok benzeyen" (3) bir eve dönüştür:

Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."

Yahya Kemal, elbette ideal bir müslüman değildi. Fakat inanan bir insandı. Müslüman olarak doğmuştu. Müslüman kalmak ve müslüman olarak ölmek istiyordu. Pozitivist ve materyalist rüzgârlar karşısında devrinin hemen bütün okumuşları gibi o da sarsılmıştı. Özellikle gençlik yıllarında İstanbul'da ve Paris'te bunalımlı ve buhranlı günler geçirmişti. Fakat o, her seferinde bu buhranları aşmasını bilmiş, okumuşlar arasında dinsizliğin moda olduğu bir devirde imanını korumuştu. Bunun sebebi nedir? Bizce bunun en önemli sebeplerinden biri, Yahya Kemal'in çocukluk devresinde almış olduğu dinî terbiye, bilhassa annesinin tesiridir. Bu önemli noktayı, Yahya Kemal hâtıralarında şöyle anlatır:

"Lakin benim hem dinî hem millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur'an öğretirdi. Annem, Yazıcızâde'yi, sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz baş örtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Muhammediyye'nin o mısraları, bana bizim öz mâceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp'ün ve müphem surette, bütün milletimizin dünya ve âhiret mâcerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi'nin Türklükle İslâmlığı yoğuran millî-İslâmî harsını benliğimde hissetmeğe başlamıştım.

Annem bana, "oğlum, dünyada iki insanı sev... Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!.. derdi"(4).

Onun iman terbiyesinde ikinci önemli sebep ise, yetiştiği çevredir. Bunu da yine kendisinden dinleyelim:

"O yaşlarımda ben Üsküp minârelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman, evimizde rûhânî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl'le kımıldardı. Bin üçyüz sene evvel, Hazret-i Muhammed'in Bilâl-i Habeşi'den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semamızda hem dinî, hem millî bir mûsiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.

Bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dinî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım.... Ben Paris'te iken bile, hiç münasebeti olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp'teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur"(5).

Yahya Kemal'in imanını kaybetmeyişinin bir başka sebebi de, büyük bir samimiyetle sevdiği, hayran olduğu, inandığı ve güvendiği milletidir. Yüzyıllar boyunca hayatını, Allah adının bayraklaşması için sarfeden bu güzel milletin imanı üzerindeki tesirini, şâir şöyle anlatır:

"Çeşitli hayat hâdiseleri zaman zaman benim imanımı sarsmıştır. Beni imansızlıktan kurtaran ve Ulu Allah'a bağlayan yine Türk Milleti olmuştur"(6).

Evet, Yahya Kemal inanan insandı. Hakkında bazı kaynaklar ne derse desin, o, ömrü boyunca ezan seslerinin kendisini takip ettiği adamdı. Ve bu büyük milletin inandığı Allah'a ve dine inanmayacak kadar iz'ansız bir insan da değildi: Bu yüzden, "imanın hor görüldüğü, inanmış insanların hakarete uğradığı, geri ve mütaassıp sanılarak hırpalandığı bir devirde muztaripti"(7). Bütün bir mâzinin toptan karalandığı, dinsizliğin moda olduğu bir devirde o, bir sanatkâr olarak yapabileceğini yaptı. Tarihimizin, medeniyetimizin en güzel taraflarını, kuğunun son şarkısı kadar güzel olan şiirleriyle ebedileştirdi. Yeni nesillere "kökü mâzide olan bir âti" olduklarını öğretti. "Bu dil ağzımda annemin sütüdür" diyerek dilimizi muhafaza etti. Osmanlının karalandığı bir devrede Selimnâme'yi yazdı.

İnanan, camiye giden insana yobaz denildiği bir devirde
Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nı yazarak,
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymaniye'de


diye haykırdı. Radyodan Türk musikisinin yasaklandığı bir devrede Itrî'yi, Eski Mûsiki'yi yazdı. Mehlika Sultan'ıyla en güzel şekilde batılılaşma mâceramızı anlattı. Ezansız Semtler'iyle bize Türk çocuklarının nasıl bir çevrede yetişmesi gerektiğini dile getirdi. O, ölürken bile "içinde en güzel dinin dalgalı Tekbir'iyle" ölmek istedi.
Bütün bunlar, Yahya Kemal'i sevmek için yeter de artar bile. Ben şahsen bu büyük şâire, inancı konusunda denilenlere bakmadan Allah'tan rahmet diliyor, mağfiretler niyaz ediyorurn.

Dipnotlar:

(1) Mehmet Kaplan. Tevfik Fikret, İst. 1971. s.119

(2) Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, 2. b.,ist.1982, s.52

(3) a.g.e. s.54

(4) Nihad Sami Banarlı, Nihad Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal, Bir Dağdan Bir Dağa, İst. 1984, s. 17

(5)a.g.e. s.17-18

(6) Banarlı. Yahya Kemal Yaşarken, 2.b.İst.1983, s.185

(7) Banarlı. Nihad Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa, S,12

Yazı Kaynağı:Sızıntı Dergisi/ Fatih BAĞCIOĞLU

REKLAM

cevaplar için sınıfınıza tıklayınız edebiyat fatihi

«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt

Hiç yorum yok:

Yorumlarınızı,sorularınızı ,isteklerinizi aşağıdan yazabilirsiniz...

Yorumunuz için şimdiden teşekkürler...Blogger'da bir hesabınız yoksa ''Anonim'' veya ''Adı/Url'' bölümünü seçerek kolayca görüşlerinizi belirtebilirsiniz...

ŞAİRLER /YAZARLAR

...

EN YENİ YAZILI SORULARI