YAZARLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAZARLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ara 2017

Büyük Hayal Kırıklıklarıyla Nasıl Baş Ediyoruz?


Büyük hayal kırıklıklarının altından nasıl kalkıyoruz?
Büşra TOPAL
İnsanın ömrü ortalama 79 yıl. Kimimiz daha erken kapatıyoruz dünyanın ışığını kimimiz o yaşı kaç kez deviriyoruz? 

Düşünebilme yetimizi kazandığımız andan beri hayal kuruyoruz. Küçükken oyuncaklardan başlayarak büyüdükçe daha da zorlaşan oluşma ihtimali daha da azalan güzel hayaller içinde geçiyor günlerimiz. Kimi gerçekleşse de çoğu pembe dünyamızda simsiyah bir delik olarak bizi de içine çekip yok oluyor.

 En büyük en olmayacak şey nedir? Çok zengin olmanın hayali, çok iyi bir kariyer sahibi olmak, tanınmış olmak, mükemmel bir dış görünüş, pahalı kıyafetler... Ve daha nicesi. Bunların hepsinin gerçekleşme ihtimali çok yüksek olsa da bazen bu hayaller bile imkansız oluyor. Ki dünyanın çeşitli yerlerinde ne imkansız hayaller kuruluyordur kim bilir. Afrikalı bir ailenin yemek masasında çeşitli yemeklerin hayallerini kuran çocuklar... Ülkesinde bomba, silah sesi olmadan uyumayı isteyen insanların hayali... Bunları düşündükçe bizim o pahalı eşyaların lüks evlerin hayalinin hayal bile olmayacak bir ihtimale sığdığını farkındayız.

Hayat herkese aynı şeylerin hayalini kurma imkanını vermiyor. Rüzgar hepimize çok farklı yerlerden çok farklı şiddetlerle esiyor. Kimimiz un ufak dağılırken kimimiz mıh çakıyoruz dünyanın orta yerine.

Büyük hayal kırıklıklarının altından nasıl kalkıyoruz?
Günlerce düşledik, rüyalarımıza girdi belki , herkese anlattık, istedik günün birinde gerçekleşmedi. Belki ağladık, bir daha hayal kurmamaya yemin ettik çok canımız yandı; ama yine de vazgeçmedik hayalden umuttan. 

Bir kırığın altından yeniden doğmak gerekiyor bazen. Bazense onararak yara izleri olarak devam ediyoruz. Ne şekilde olursa olsun benliğimizden bir şey kaybetmeden devam etmeliyiz. Bir hayal kırıklığı bizi biz yapmaktan alıkoymamalı.

Yeni bir hayalin peşinden koşarak belki uzaklaşabiliriz olumsuzluklardan. Bizi hayata bağlayan yeni bir amaç için geçirebiliriz her günü. Büyümek, olgunlaşmak için ne olmamız gerekiyorsa onun için çaba göstermek gerekiyor. İnsan her saniye biraz daha büyüyor belki farkında değiliz ama her saniye ömrümüzden geçen zamanlara bir saniye daha ekliyor. Biz geçmişe takılı kaldığımızda yarının güzelliklerden haberimiz olmayacak. Yarına bir sıfır eksik başlayacağız.

Her hayal kırıklığının ardından yemin etme bir daha olmayacak diye çünkü olacağını sen de biliyorsun. “İnsan denen canavar, yavaş yavaş her şeye alışıyor” (Patrick Ness) çünkü. Hayal kırıklıklarına da yaşamın bizi savurduğu tozlu taşlı yollara da. Biz her şeyin altından kalkabilecek kadar güçlüyüz kendimizi çok iyi tanıyoruz zamanın kıymetinin farkındayız ve gözyaşımızı silerek gülümseyerek kendimize, yok ediyoruz kırılan hayalin kırıntılarını.

Ağlamak insanı büyüten en güzel şey. Bir odada yalnız kaldığında kendin olmaya başladığında bir hayal kırıklığına ağlıyorsan en büyük yüklerin altından kalkmışsındır. Hayatımızda ne olup ne biterse, hiçbir şey istemediğimiz gibi olmasa bile en önemli kişinin sen olduğunu unutma. Büyük hayal kırıklıkları, bizi biz olmaktan çıkarmıyor. Sen yaşadıkça hayal kurdukça gerçekleşmeyince bile daha çok yüce oluyorsun. Bu hayatta senden başkası önemli değil kendin olmak için gözyaşı dökmekten ve hayal kurmaktan hiç korkma. Sen ve hayallerin var oldukça dünya güzelleşecek. Kendine ve hayallerine inan çünkü onlar yıldızlar kadar uzak ama bir göz kapatmayla ulaşılacak kadar yakın olabiliyorlar.

9 Ara 2017

Yarını Bekleme


Yarını Bekleme

Büşra TOPAL

Öz Aynası


ÖZ AYNASI

Beyza DALAR

Bir aynaya ihtiyacımız vardı. Yansımamızı görebileceğimiz herhangi bir şeye ihtiyaç duyduk hep. Çünkü kendimizi bildiğimizden, bildiğimizi sandığımızdan beri odaklandığımız tek şey yansımamız oldu. Aynalara baktığımız zaman kendimizi yansıtan her şeyi gördüğümüzü sandık. Gözümüzün gördüğü her şeye inanmak zorundayız ne de olsa...

Kendimizi tanıyamadığımız her zaman, benliğimizin önündeki engelleri aşmamış olmamız değil de, o engelleri görüp görmememiz oldu. Susmak bilmeyen onlarca ses yığını zihnimizde, yansımalarımız da belirdiğinde onları elemek ve seçmek yerine hepsini büzüştürdüğümüz için, “Neyim acaba?” diye soramadık kendimize.

İşin aslı, biz pek merak da etmedik kendimizi. Bir karış yakınımızdakiler neyi seviyorsa onu gördük uyduruk yansımalarımızda. Hayat bizi deneyene kadar çiğ balıkların veya klasik müziğin hep en güzel ortak zevkler olduğunu düşünmüştük. Ta ki  çiğ balığı yedikten sonra içimizdeki tuhaf korkuyu hissedene, klasik müziği dinlerkenki ruhumuzdaki darlığa kadar. Bu örnekler değişiklik gösterebilir tabiİ ki. Hayattaki her şeyi tecrübe edemeyeceğimiz gibi, kendimizi tanımadan verdiğimiz kararlardan sonradan pişmanlık duymadan edemeyeceğiz.

Tutturmuşlar bir karakter diye. Benim bildiğim karakter her insanda farklı olması gereken, farklı olmasa bile bir ruha sahip olan, görünmeyen, gizli bir beden. Ama görülüyor ki, biz insanlara öyle bir karakter anlayışı adapte edilmiş ki, buzdan bir duvar gibi özümüzün önüne dikilmiş. Herkesin sahip olması gereken birkaç şey belirlenmiş, sözde karakterlerin sınırları çizilmiş, ‘alın size karakter’ denilmiş gibi. Tanıyamadığımız, fark edemediğimiz benliğimiz kalın bir kurallar silsilesine kurban oluyor.

Aynalara geri dönecek olursak, karşılarında ilgisizce kendimizi seyrediyor olacağız. O sihirli yansımamıza bir çocuk masumiyetinde bakamadığımızdan, kendini kurtarmaya çalışan özümüzü de fark edemeyeceğiz. Ve görmediğimiz için, başkalarının bizi tanıttığı şekilde yaşamaya devam etmek zorunda olacağız.

Kendimizi emanet ettiğimiz aynalarda, uyduruk yansımaları değilde kenarda köşede çırpınan özümüzü bulmaya, gözlerimizi kapatıp insanların bize yakıştırmak istediği karakterlere değil de, kendimize “Ben neyim?” diye sormaya çok ihtiyacımız var. Belki bir gün, aynalardan çıkan özümüz kalıplara bağlı insanlara değil de, kendine tereddütsüz sorular sorabilen insanlara ilham olur.

Beyza DALAR

6 Ara 2017

İnsanların Farklı Düşüncelere Sahip Olmasının Sebepleri Nelerdir?

insanların farklı düşüncelere sahip olmasının sebepleri
                 

5 Ara 2017

Kendini Tanımak


KENDİNİ TANIMAK

Büşra TOPAL

Kendimizi tanımak, iç dünyamızı şekillendirmek, duygusallıklarımız, öfkemiz, egomuz, yalanlarımız... Kendimizi ne kadar tanıyoruz?

Kendini bilmek, “insan olma”nın “insanca yaşama”nın ne olduğunun farkına varmaktır. Her bireyin doğduğu günden ölümüne kadar yaşama hakkı vardır. Peki biz bunu nasıl kullanıyoruz?


Özgürlüğümüz başka birinin özgürlüğüne engel olana kadar. Hepimiz yalandan nefret ederiz yalandan nefret eden kişiler en çok yalan söyleyen insanlardır halbuki.

İnsanlar doğumlarından ölümüne kadar bir çok ihtiyacını gidermek için çalışır çabalar emek harcar ve yaşar.

Ama bütün insanların ihtiyacı olan bir şey daha vardır: Kim olduğumuzu ve neden yaşadığımızı bilmek. Kaç yaşında olursak olalım her zaman bir noktaya gelince kendimize şu soruyu sormalıyız: Biz kimiz?

Sen kimsin?

17 Kas 2017

Esas Mesele O Tahtaya Çivileri Çakmamak

Esas Mesele O Tahtaya Çivileri Çakmamak

İrfan Yiğit

Öfke, çok güçlü bir duygu, güçlü bir duygusal tepki... Dizginlenmezse veya kontrol altına alınmazsa telafisi zor  zararlara sebep olabilir...

Hangimiz zaman zaman öfkelenmiyoruz ki? Yaşadığımız yüzyılda bazen sakin kalabilmek, mutedil hareket etmek oldukça zorlaşıyor. Trafikte, işyerinde, okulda yaşadığımız herhangi bir olay, kötü bir söz veya hak etmediğimiz bir muamele bizi öfkenlendirebiliyor. Hayal kırıklığı yaşadığımızda, stres altındayken, haksızlığa uğradığımızda, kelimeler lal olup da kendimizi ifade edemediğimiz zamanlarda öfkelenebiliyoruz.

Öfkeli bir anınızı hatırlayın şimdi. Bedeniniz nasıl tepki veriyor bu duruma? Kalbiniz hızla çarpıyor, yüzünüz kızarıyor, ateş basıyor, sık sık veya zor nefes alıyorsunuz değil mi? Böylesi  bir durumda nasıl bir tepki veriyorsunuz? Ses tonunuz mu yükseliyor? Öfkeli bir bakış mı atıyorsunuz ya da direkt saldırgan bir tutum mu sergiliyorsunuz?

Şunu unutmamak gerekiyor. Öfke gelince maalesef akıl ve mantık devre dışı kalıyor çoğu zaman. İnsan bir emre itaat eder gibi duygularının esiri oluyor. Gözü hiçbir şey görmüyor ve olacakları kestiremiyor. Akıl ve mantık devre dışı kalınca yıkıcı sonuçları olabiliyor çoğu zaman.

"Öfkeli anınızda kimseye yanıt vermeyin" sözü tam da buraya uygun düşüyor. Öfkeli bir anınızda bir arkadaşınızla veya aile bireylerinde biriyle tartışırken söylediğiniz sözler o an fark etmeseniz de  derin izler bırakır. Ağızdan çıkan söz, tüpten çıkan diş macunu gibidir. Artık çıkmıştır ve geri döndüremezsin onu. 

Şu hikayeyi bilirsiniz:

        Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp, kavga ettiğin her zaman bu tahtaya bir çivi çak" demiş. Genç, ilk gün tahtaya otuz yedi  çivi çakmış. Sonraki haftalarda öfkesini  kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış.

Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış tahtaya. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahtanın önüne götürmüş. Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkar sök" demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki bütün  çiviler  çıkarılmış. Babası ona "Aferin iyi davrandın ama bu tahtaya dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
 
Arkadaşlarla tartışılıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak. Bir arkadaş, bir dost  ender bulunan bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, ihtiyaç duyduğunda sana yardımcı olur, seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş.

Bu kıssadan hisseden de anlaşılıyor ki esas mesele o tahtaya hiç çivi çakmamakta...

5 Kas 2017

Kendimizi Çok Mu Zeki Zannediyoruz?

Kendimizi Çok Mu Zeki Zannediyoruz?

Büşra TOPAL

Zekilik kime göre çeşitleniyor kimin onayından geçip zeki damgasını vuruyoruz insanlığa?

Oldum olası insanların zeki varlıklar olduğunu söyleyip dururlar, gerçek acaba böyle mi? İki soru bilip  milyon kişinin önüne geçince bunu  zekilik sayıyoruz bence zeka buna bağlı değil.

Şimdi kaç yaşındasın? Bu zamana kadar kendin için ne yaptın? Evet belki çok ders çalıştın çok iyi bir mesleğe sahipsin çok iyi yaşantın var. Peki çok para kazanıyorsunuz diye zeki mi oluyorsunuz?

Herkes bir diğerinden üstün. Bazısının üç evi iki arabası var. Bazısının evi bile yok. Bir fikir sunuyorsunuz biri işe alınmazken siz alınıyorsunuz, bir soruyu bilmek milyonlarca kişinin önüne atıyor sizi. Peki bunlar sizi zeki mi yapıyor? Hayır. Zeka bence insanın sadece kendiyle yarışması gereken bir şey. Dün bunu yapamıyorken bugün bunu başardığım zaman ben dündeki kendimin önüne geçiyorum. İnsan her yeni gün kendinin önüne geçip geri de bırakırsa geçmişini bir şeyi başarır. Kendimizle kıyaslama yapmayı neden denemiyoruz?  Ben bugün böyleyim düne göre ne kattım kendime, kaç adım attım, kaç km koştum? Boşa mı buyuruyorum yoksa?

Şimdi de küçücük çocukların eline tablet telefon veriyoruz tuş kilidini açıyorlar hatta daha ilerisi oyun oynuyorlar, fotoğraf çekiyorlar... Biz bunu zeki olarak algılıyoruz hemen. Yıl 2017! Teknoloji uçmuş halde her geçen gün yeni telefonlar yeni tabletler çıkıyor milyon tane çağdışı özelliklerle. Çocukların eline o aletleri verip onun yanında oynadığımızda onları algılayabiliyorlar. Yani bir çocuğun yanında yemek de yapsan resim de çizsen eline tencereyi kaşığı boyayı kağıdı verdiğinde o da onları yapmaya başlayacak. Yani tuş kilidini açmayı öğrenince zeki olmuyor; buna şaşırınca bence biz biraz geri zekalı oluyoruz.
                                                            
Hayvanlar onlara yapmaması gereken bir şeyi anlattığında o da yapmıyor ama hiçbirimiz de bu köpek aşırı zeki demiyoruz. Hırsız gireceği eve korumalık yapan köpekler de aşırı zeki mesela. Söz dinleyen hayvanların hepsi deha olmalı o halde.

Hiçbirimiz hiç birimizden üstün değiliz. Matematik çözmek zeka damgası vurdurmamalı insana. Tıp okuyan aşırı zeki değil mühendis olan da mimar olan da... Hiçbir şey bildiğimiz yok tek bildiğimiz şey egomuz. Birinin bizi tatmin etmesi biraz alkışlanmak. Milyonların girdiği sınavda birinci olup madalya takılması gibi. Bence insanın sevdiği işi yapması da zeki olması anlamına gelir.  Yeteneğini kullanması da zeka belirtisidir. Çünkü kazanacağı paraya bakmıyor kaç saat çalışması gerekeceğine ya da. Mutlu olacağı bir şeyi yapıyor burada da o kişinin ne kadar zeki olduğunu anlamalıyız. Tek olay bu kimse kimseden o üniversitede o bölümde o sıralamaya sahip diye üstün değil.

Kendin için bir şey yap. Çok oku mesela çok yaz, çok sil, çok karala... Bugün dünden farklıysan dünyanın en zeki insanı sensin, sadece kendinle yarış.

Yani bu cümlelerin toplamı şu ki zekiyim ondan daha iyiyim demekten artık vazgeç düne göre bugün milyon basamak çıkmış ol yarın için hep biraz daha koş!

Büşra TOPAL

30 Eki 2017

Ölümün Elinden Bir Şeyler Kurtarmak İçin

Ölümün Elinden Bir Şeyler Kurtarmak İçin

Büşra TOPAL

"Anı yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır." (Andre Gide)

Ünlü Fransız yazar Andre Gide'ye ait olan bu  sözü gelin biraz düşünelim.
İçinde bulunduğumuz şu an bir dakika sonrasının anısı olarak kalıyor. O yüzden her anın kıymetini bilerek anıya çevirmeliyiz. Geçen her saniyeyi gerçekten yaşayarak keyif alarak geçirdiğimizde boş bir ömrün önüne geçmiş oluyoruz.  Yazarın da burada anlatmak istediğini nesnel bir dille ifade edersek; gittiğimiz yerlerin, arkadaşların, o anda yanında bulunduğumuz kişilerin ortamın fotoğrafını çekip ölümsüzleştirmek gibi de algılayabiliriz. 

Çünkü fotoğraflar ne kadar gerçeği yansıttığını düşündüğümüz ama çoğu zaman bunun tam tersi olduğunu gördüğümüzde yıllar sonrasında o günü hatırlayıp anıları tazelememize yardımcı oluyor. 

Aslında bu dönemde hepimiz anı ölümsüzleştiriyoruz. Hepimiz bir öz çekimimizle, bir tweetimizle ölümün elinden çok şey kurtarıyoruz. Sosyal medya dünyamıza geldiğinden beri her saniye fotoğraflarda kendimizi mükemmel bir hayat yaşıyormuş gibi göstermek zorunda hissediyoruz.

 Şu aralar belki de tek düşündüğümüz şey herkes herkesin hayatından daha üstün olmalı kimse mutsuz olduğunu öz çekimlere yansıtmamalı. Kimse ileriyi düşünerek fotoğraf çekmiyor. Kimse mektup yazmıyor. Kimsenin elinde gelecekte tutunabilecek bir gerçeği yok. 

Yazmak kelimesini bu konuya dahil bile etmiyorum. Şu an geçirdiğimiz anın an diye kalmasını istediğimiz dahilinde yazma kavramını hayatımıza sokuyoruz. "Anı yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır"sözünde yazar bence ölümün elinden kurtarabileceğimiz tek şeyin yazı olduğunu anlamamızı istiyor. Çünkü yazmak ne fotoğraf çekmeye benziyor ne tweet atma ya kağıt ve kalemi eline alınca kimseye kanıtlamak istemediğimiz sahte maskeleri çıkardığımızda saf bir yüreğin temiz bir zamanın penceresinin ardından dökülüyor kelimeler. 

Yıllardır süregelen mektuplaşmaların o saflığı sıra sıra dizilen o anı kitaplarının sayfalarındaki sevinci de hüznü de şeffaf yansıttığı günler... Birçok yazarın da sevdiği  anı yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır sözü belki de burada yaşantıyı kayıt altına alabileceğimiz en güzel şeyin yazmak olduğunu anlatıyor. Yazmak, yazmak, yazmak...

Anı kitapları başka hayatlara açılan birer kapıdır bence.

Bir Dinozorun Anıları- Mina Urgan
Mina Urgan bu kitabında açık yüreğini, yalın bir dille kaleme alıyor. Kitabı okurken sadece yazarın yaşamını değil tarihten bir zaman dilimini okuyormuş gibi bir hisse kapılıyoruz.


Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu- Salah Birsel
Tamamen kendi anılarından yola çıkarak 1976 yılında yayınlanan deneme türündeki eseridir. Hepimizin de bildiği gibi Salah Birsel'in en ünlü kitabıdır. Yazarın kalemi özlem üzerine kurulmuştur. Beyoğlu sokaklarını, evlerinin tarihsel gelişimini bizlere sunuyor.

Bir Sürgünün Anları- Aziz Nesin
Bursa'da geçirdiği sürgün günlerini, yaşadığı zorlukları, dramı alaycı bir dille anlatır.

On Üç Günün Mektupları- Cemal Süreya
Ciddi bir ameliyat için hastaneye yatan eşi Zuhal Akkanat'a hastanede kaldığı 13 gün boyunca her gün mektup yazar. Kitap 13 mektup içerir.

Belki bugünden sonra biz de an dediğimiz bir saniyemizi anı olmadan yazmaya başlarız. Ölümün elinden kurtarabileceğimiz tek şey yazılardır.

Büşra TOPAL

18 Eki 2017

Bir Peri

BİR PERİ

Beyza DALAR

Deneme şansımın olduğunu fısıldayan, umut yüklü bir sesti. Hayal kurmaktan çekindiğim zaman kendi naif elleriyle göz kapaklarımı örterdi. Dudaklarımın kenarlarından tutup gözlerime ulaşamayan sahte tebessümler oluştururdu. Kulaklarımda sesi vardı hep. Konuşmayı yeni öğrenen bir kız çocuğu gibi hiç susmadan mırıldanırdı. Zihnimde canlanamayan geleceğim onun için, parıldayan değerli taşları ifade ediyordu. Benimle ilgili her şey bana düşmanken, onunla neşeli şarkılar söylüyor, mutluluktan deliye dönüyordu. Aynalara kederim yansıyordu. Ama o geldiği vakit ruhumda sebepsiz bir parıltı, aynaları çatlatıyordu.

Yıldızların kargaşasını izlediğim kör bir vakitte bulmuştu beni. Gözlerinde gökyüzünden düşen bir ışıltı vardı. Güneş gibi yavaş yavaş, alevler gibi aniden sarmıştı kalbimi. Ağzıma doluşan cümleleri parmak uçlarıma göndermişti. Gözlerimde batan enkazlardan ganimetler çıkardı, onları zihnimde sergiye dizdi. O çok güzeldi. Ruhu varsa eğer, ruhunda umut vardı. Eğer yoksa, gözlerinde ender bulunan bir sevgi vardı. Elimi uzattığım her çiçekten kağıtlar yapmıştı. Kokusunda yaşam vardı. Kalemimdeki mürekkep, en değerli madenlerden özel, en parlak renklerden daha güzeldi. 

                                         

Önce küçük bir nokta ile başlamıştı. Kanatlanarak, ordan oraya konarak, sevinç çığlıkları atarak gezindi ruhumda. En gamsız bir insan kadar neşeli, en dertlilerden daha da düşünceliydi. Kocaman gözlerinde hep bir güneş yansıması vardı. Sevimli, iyilik dolu sarı parıltılar savaşırdı bakışlarında. Tenindeki yumuşaklık çoğu zaman kelimelerime yansıdı. Doldurduğum her sayfa da gözlerinde gurur parıldamaya başladı. İlk defa birinin gözlerinde gurur gördüm. Bana benden daha çok inanmıştı. Ruhumda en güzel köşeye onu koymuştum.

Gülümsemelerim gözlerime ulaştı. Kahkahalarımın ardından neşe yüklü kıkırtısı kulaklarımda hep. Kanatlarından dökülen tozlar, gözlerimde parıldıyor. İlham perim... Beni sapkın bir karanlıktan kurtarıp, umudunu benimle paylaşan. Şimdi ellerimden bu sözler çıkıyorsa, ilham perimin anısına. Eğer hala uçuyorsa başka zihinlerde, bir şiir dizesinde huzurla uyuyordur.

Beyza DALAR/ edebiyatfatihi.net

12 Eki 2017

Hayattan Zevk Almıyorsanız Bu Yazıyı Okuyun

Hayattan Zevk Almıyorsanız Bu Yazıyı Okuyun
"Hiçbir şeyden zevk almıyorum, hayat bana anlamsız geliyor." diyorsanız bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Lütfen sıkılıp yazıyı okumayı bırakmayın; çünkü içinde bulunduğunuz durumdan kurtulabilirsiniz. Bu yazıda size teknik konulardan  değil de daha çok böyle bir durumda olduğunuzda neler yapabilirsiniz, onlardan  bahsedeceğim.

Arkadaşlar, bu durumdan kurtulabileceğinizi ve bu durumun geçici bir durum olduğunu unutmayın.
Öncelikle ne zamandan beri bu durumdasınız onu belirlemeniz gerekli. Bu duruma gelmenizde belirgin bir olay var mı? Örneğin; "Sevgilimden ayrıldığımdan beri hiçbir şey bana zevk vermiyor, ailem beni dinlememeye başladı." gibi belirgin bir durum varsa, bu ruh halinizin başlangıcı olabilir. 

Böyle hissetmeye ne zaman başladığınızı belirleyebilirseniz  kendinize yardım etmeniz ve bu durumdan kurtulmanız o kadar kolay olur.

Şimdi sizinle küçük bir etkinlik yapalım. Elinize boş bir sayfa ve kalem alın. Normalde zevk aldığınız size mutluluk veren  tüm etkinlikleri yazın. Sayfayı kenara bırakın ve yeni bir sayfaya şu an keyif aldığınız, eğlenebildiğiniz tüm etkinlikleri yazın.

İlk yazdığınız kağıt boşsa bir psikolojik danışmana gitmenizi tavsiye ederim.
İlk sayfa dolu ikinci sayfa daha az ama yine de doluysa kesinlikle çok fazla sürmeyecek bir kötü ruh halindesinizdir. Bu durumda olan arkadaşlara tavsiyem bu durumun geçici bir durum olduğunu beyninize kazımanızdır. 

Bir insanın yas süreci 40 gündür ve 40 gün bu ruh halinde olması gayet normal bir durumdur ama bu durum sürekli hale gelirse ve devam ederse bir uzmandan yardım alınması  tavsiye edilir. 


İlk sayfa dolu ikinci yazdığınız sayfa boşsa iste o zaman size birkaç tavsiyem olacak.

Başta da dediğim gibi bu ruh halinin ne zaman başladığını, kaynağın ne olduğunu bilmeniz bu durumdan kurtulmanız da en büyük etken olacaktır. Bu durumda olan bir tek siz değilsiniz ve bu durumu yaşayan tek insan siz değilsiniz. Şahan Gökbakar’ın  Recep İvedik filminde başkarakter Recep, böyle bir ruh halindeydi hatırlarsanız ve bu durumdan kurtulmak için çeşitli etkinlikler deniyordu. Bu gösteriyor ki Recep karakteri bu durumdan kurtulmak için harekete geçmiştir. Bizim de bu ruh halinden kurtulmamız için harekete geçmemiz gerekir.

Birkaç küçük tavsiye
  •  Bu durumun geçici bir durum olduğunu sürekli tekrarlamak
  •  İçinde bulunduğunuz ruh halinden kurtulabileceğinize inanmak
  • ·Bunu yapmak istemeyeceksiniz muhtemelen ama dışarı çıkmak etkinliklere katılmak(sinema, tiyatro, gösteri, maç)
  •  Günlük tutmak
  •  Sevdiğiniz takımın maçını izlemek eğer paso liginiz varsa stadyum da maçı izlemek
  •  Her iki cins için de söylüyorum kuaföre gitmek, kendinizde küçük değişiklikler yapmak
  •  Kesinlikle bu ruh halindeyken büyük kararlar almamak
  •  Yeni etkinlikler, yeni hobiler edinmek (kendimizi biraz zorlamamız gerekir)
  •  Kendimizi daha iyi tanımak kendimize vakit ayırmak
  • Normalde merak ettiğimiz ama vakit ayıramadığımız konularda araştırma yapmak veya yapmaya çalışmak.
  • ·Bu sürede müzik alışkanlıklarımızı, müzik listemizi güncellemek (Müslüm Baba'yı ben de çok sever ve dinlerim; ama ruh halim daha hassas olduğu zamanlarda listemi güncellerim ve daha hareketli müzikler dinlemeye çalışırım)

HALİD YILDIZ

Yazı Kaynağı: ➧www.psikomedi1.com

8 Eki 2017

Bir Roman Yazsaydım İlk Cümlesi...

Bir Roman Yazsaydım İlk Cümlesi...
Büşra TOPAL

Bir kitap neye göre yazılıyor? Ne düşündürüyor, neyi amaçlıyor, ne hissettirmek istiyoruz da taşırıyoruz satırları? Bir roman, bir hikaye, bir masal, bir şiir... Aslında hepsinin de bir amacı var; bir şeyler katmak...

Bir roman yazmış olsaydık giriş cümlesi ne olurdu?
Ülkece bir roman yazmış olsaydık kesinlikle ne romanın konusuna karar verebilirdik ne de giriş cümlesini kurabilirdik. Aşk mı? Siyaset mi? Hayatın zorlukları mı? Kadın mı? Şiddet mi? Hayır, hayır bu konular çok derin girersek dibe batarız.

Hepimizin bir hayali var: kiminin kitap çıkarmak, kiminin ev almak, kiminin araba, kiminin ise sadece sonsuz mutluluk... Gerçekleştiremediklerimizin hayalini  defalarca düşlüyoruz. Peki ya hayalini yazmayı düşündün mü hiç? Ya da onu çizmeyi? Çoğu şeyi feda edip onun için savaştın mı peki?

Yüz milyon kitap okumuşsan da kendi hikayene geldiğinde dilin lâl olacak. Kaç hayal kurduysan, kaçı yıkıldıysa, kaçına sahip olduysan hiçbirinin önemi yok. İster 18 ister 35 ister 50 ister 70 sayıların hiçbir önemi yok geriye dönüp baktığında ne bıraktığının önemi var şu hayatta. Neleri tecrübe ettin, ne dersler çıkardın? Ne için savaştın, pes ettin belki mücadele ettin. Kendin olmaya çalıştın. Hayata neler katarsan kendini o kadar büyütürsün bence. 


Eline bir roman aldığın zaman karakterler, isimler, şehirler, hayaller, umutlar hepsi farklı birer hayat taşımıyor mu? Her iki kapağın arasında milyon tane harf bin bir zihne çiçek açtırmıyor mu? Bir dil bir insansa bir kitapta bir hayat demek bence. O kapağın arasına dalınca sende o hayatta yaşamış oluyorsun. Her kitapta sende bir kahramansın.

Bir roman yazmış olsaydım giriş cümlem; yazdığım roman ne tür olursa olsun ilk cümlem "Hiç" olurdu. Belki yüzlerce sayfanın arasına dokunacaklar belki de içinde kendilerini bulacaklar ama o kapağı kapattığında ne yaşanırsa yaşansın hepsi bir hiç olacak. Romanların büyüsü mükemmel bir his gerçekleşmesi gerekecek kadar güzeller çoğu. Bir roman yazsaydım konusu aşk olurdu. Istıraplı bir aşk hikayesi kırgınlıklar, vazgeçişler, tutkular... Sonra ilk cümlesini "hiç" yazardım ve konuyu ele alırdım baştan sona. Aşka en güzel hiçlik yakışmıyor mu?

Bir romanı elime aldığımda ilk cümlesini ve de son cümlesini okuyorum ilk cümlesiyle son cümlenin arasında nasıl bir fark var diye düşünürüm hep bu da benim yazarla olacak bağımı güçlendirir belki bu da size örnek olur kitapların kapak resminden beğenip değil de içinde ki kelimelere göre seçeriz okuyacağımız hayatları.

Roman; iki kapak arasına sıkışmış onlarca kelimeden ibaret gibi görünse de asıl tanımı bu değil bence. Roman= Hayat. Sizde de öyle olmuyor mu? Bir romanı elinize aldığımız zaman sanki orada da yaşıyoruz ikinci bir hayatımız olmaya başlıyor başka bir dünyada yaşamaya başlıyoruz. Yeni bir kitapta başka bir zaman ve yine bir dünya... Bu heyecanı paylaştığımız pek az kişi olsa da romanların ömrü epeyce uzun.

"Hayatımı bir roman gibi yaşamayı seviyorum." demiş Gerard de Nerval. Belki de burada bir şeyin sonu olduğundan ve bunu gerçek gibi heyecanla yaşadığını anlatmak istemiş.

"İstediğini yap, bu dünya bir romandır ve çelişkilerden meydana gelir."  William Blake

Bütün sanatlar gibi roman sanatı da bir gelenek üzerine kurulur. Bu gelenek yalnız roman geleneği değildir; toplumun kültür geleneğini yaratan bütün davranışların tarihidir. Sanıyorum Kemal Tahir Türk tarihine eğilirken, zengin kültür geleneğimizden esaslı bir biçimde yararlanmanın gereğini duyan ilk romancımızdır… Belki de bunu gerçek anlamıyla kavrayan tek romancımızdı. Oğuz Atay

Belki de Oğuz Atay!ın dediği gibi yazdıklarımız, bizi anlatan şeylerden meydana geliyor tecrübelerimizi dokuyoruz satırlara.

Peki senin giriş cümlen kendi hayatının kelimelerinden mi oluşurdu yoksa hayalinin sözcüklerinden mi?

26 Eyl 2017

Niçin Yazıyorum? Nasıl Yazıyorum?

Niçin yazıyorum? 

Büşra TOPAL

Yaklaşık dokuz yıldır yazıyorum; fakat bu soruyu hiçbir zaman net cevaplayamam galiba. Neye, niçin kim için yazacağımızı bilseydik kelimeler etrafımızda dolaşır dururdu sadece. Beynimizde oluşan fikirler, dilimize düşmeden kursakta düğüm olarak kalan sözcükler, hayaller, tecrübeler ve dahası...

Hayat tecrübelerimizin kanıt olarak kalması için yazılar, şiirler, sözler yazıyoruz bence. Çekilen acıyı kanıtlamak için, gördüğümüz yerlere yazdığımız cümleleri yıllar sonra okuyunca da orada olmuş gibi hissetmek için, mutluluğun, acının, hüznün, yaşantının var olduğunu ispatlamak için belki de.

Bir şiir kolay yazılmıyor; yazmak için yaşamak gerekiyor yaşanan mutluluğu, hüznü her neyse tam anlamıyla okuyan kişiye yansıtmak amaç.

Peki niçin şiir yazıyoruz?

Instagram'a koyduğumuz özçekimlerin  altına şiirleri, sözleri yazmak için değil elbette. Ya da sevgilinin arkasından göndermeli atılan "story"ler için değil. Geçmiş günlerde dillerde dolaşıp mektuplara taşan sevgilinin güzelliğini hangi şair denk getirmişse taç olurdu şiirler günlere. 

Bence şiiri diğer tüm yazılardan ayıran bir özellik var kafiyesi, redifi... Yalnız bununla da kalmıyor elbette insan yazdığı şeyi şiirde son buldurmak istiyor. Sanki tüm diller lal olmuş da son sözü şiir söyleyecekmiş gibi. Ben şiiri yaşadığım aşka adayıp yazıyorum mesela. 

Niçin şiir yazıyorum peki? 

Ruhumu, vücudumu kalbimi, tüm hisleri şiire bürüyorum. İçimde yaşadığım hayalini kurduğum şeyleri bir çatı altında topluyorum yani şiirlerimde. Şiirin diğer yazılara göre daha farklı bir tılsımı var. Çünkü şiir az kelimeyle çok şey söyler. Cemal Süreya, Atilla İlhan, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve daha nicesi şiirlerinde göstermediler mi yaşadıkları aşkı?  Peki ya şiir olmasaydı aşkın denk varlığı olabilir miydi başka? Şiir biraz da ülke kimliğini belli etmez mi sizce de?

Niçin yazı yazıyoruz?

Makale, mektup, deneme, düşünce... Uzun uzun yazdığımız sayfalara hatta defterleri doldurduğumuz o cümleler. Belki kendimizi rahatlatmak adına, belki de konuşmanın hiçbir işe yaramadığı zamanlarda belki aşkı ilan etmekte belki hayata isyan etmekte. Süslü cümlelere gerek duymadan aklımızdan ne geçiyorsa yormadan, yorulmadan yazdığımız o cümlelerin altında neler yaşıyoruz acaba? Kendimize söz geçiremeyince, yalnız kaldığımızda kelimelere sarılıyoruz. Karşındakine laf anlatma düşüncesini, zorluğunu yaşamadan döküveriyoruz kâğıda nefretimizi. Rahatlıyoruz değil mi? Kendimize geliyoruz oh be diyoruz hatta. Bence insan şu çivisi çıkmış dünyaya yazılarla mıh çakmak için yazıyor. Laf anlatmaya çalışmak zor alıp eline kalemi nefretini mutluluğunu sonsuzlaştırmak kolay. Ne demişler söz uçar yazı kalır.

                                               
Nasıl yazıyorum?
Yazı yazmak ne kadar kolay görünüp bir kağıda kaleme baksa da dokuz  yıldır bunun zorluğunu yaşıyorum. Kendini geliştirmek, sürekli üretmek, çağa uymak, yinelememek bu konulara girmeyeceğim bile. Çocukluğumuzda hepimizin yaptığı gibi günlükle başlıyor yazı maceramız. Kimimiz her gece diye başladığımız olaya ertesi gün son getiriyoruz. Eski yazılarımı şimdi okuyorum da bir arpa boyu  yol aldığımı görmek bile  beni mutlu ediyor. Anılar, günlükler yazdığımız o defterlerin yerini şimdi "Twitter"  aldı. Neyse ki sosyal medya sayesinde bazı yazarların cümlelerini, çoğu şairin de şiirlerini ezberledik. Çünkü zamanımız kıymetli değil mi kitap alacağımıza telefon faturası öder olduk.

Nefretimi insanların yüzüne kusacak kadar, hayata, adalete, yaşantıya dil dökmek yerine kağıtlara kelimelerle kusar oldum. Çünkü dilin hiçbir şeye yetmediğini gördüğüm andan itibaren yazıyorum. Bu da bir intihar biçimi bir nev'i; ama  ben bu ölümü seviyorum. Elime kalemi, kağıdı her  aldığımda aslında dünyadaki yerimin orası olduğunu düşünüyorum benim gibi düşünen insanlar; sayfalar kelimeler kitaplar bizler için yaşıyor bence. 

Kendimden kaybolduğum zaman yazıyorum, kendimden kaçmak için değil elbet kendimi bulmak için döküyorum kelimeleri parmak ucumdan. 

Hayatla başa çıkmak için yazıyorum. Çünkü yaşarken unuttuğum ne varsa yazarken hatırlıyorum.

Büşra TOPAL/ edebiyatfatihi.net

22 Eyl 2017

Hafakan

HAFAKAN 

Beyza DALAR
Bilemiyorum. İyi mi, kötü mü? Buna engel olan çığlıklarım vardı. Takılı kalmış bir plak gibi tekrar eden çığlıklarım, kabuslarım. Ve ben hangisi daha fazla huzura sahip diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Acının yangın mavisi rengindeki soğukluğu her yerdeydi. Kimi zaman bir uçurum kenarında, kimi zaman dolunayın ürkütücü ama bir o kadar da kusursuz olan kraterleri izini bıraktığı için yalnızlaşan ve soyutlaşan bir ormandaydı...

Ya da... Gözlerinden umut aldığım küçük bir çocuktu. Bir elinde yarım kalmış çikolatası, diğer elinde ucunda kopardığı ekmeği çiğnerken peşimden koşan. Esmer teninde, kaşının sağ tarafında pembeleşen yarasıyla tüm bakışları arasına hırçın yeşillerin karıştığı elalalarına çeken.

Bilemem yine, iyi mi? Kötü mü? Bu sefer çığlığımın da yanı sıra dört duvar arasına sıkışmış ruhum vardı. Tenimde cani titremeler geçiren bir ürperti vardı. Düşüncelerim donuyordu. Bir kalıba sığdıramadığımdan etraftan toplamak da zordu onları. Burnuma düşen kar tanesini elimle savurdum. Oturduğum yerden dizlerimi karnıma çektim. Belliydi kar yağacağı. Bir haftadır burnumdan içeri sakince giren, ama sonra ciğerlerimi prangalara vuran bir koku vardı. Ve nihayet o prangaların çıkmasını sağlayan ilk kar tanesini düşürmüştü gökyüzü. Bir hikayenin cümleleri dalgalanıyordu gökyüzünde. Haince başlayan ama yazarının bir şefkat abidesi olduğu. Belki bir kurtarıcı olmasının yanı sıra, bir hikayenin önsözüydü o kar tanesi...

"Uçurum sivriydi. Dalgalar ise sanki uçurumu yıkacakmış gibi vuruyordu yamaçlarına. Dehşet ve korkunun ses tellerindeki nazik tınısına bürünmüştü gece. Soğuk dalgalar, bu tınının arkasına sığınmış suçu her zamanki gibi insana atıyordu. Tek görünen renk asi dalgaların ne yazık ki hiç de masum olmayan beyaz köpüğünün rengiydi. Yıldızların birbirine yolladıkları mahçup bakışlar vardı gökyüzünde. İhanet etmek istemiyorlardı denizin haricine. Çünkü patıltıları en çok denize yakışırdı. Bilirlerdi ama yine de heryerdelerdi..."

Huzur nedir? Bu soruyu o kadar çok soruyordum ki kendime... Bir cevap bulduğumda ruhumda ve varlığımda dolaşan huzurun aslında bir hiç olduğunu anlayacaktım. Rengini bulutların sakin beyazından değil, medusanın asi yılanlarının zehir köpüğü beyazından alan, umudunu masmavi gökyüzünden yağan yağmurdan değilde, ölmeden önce akıttığı iki damla şifa olan Anka'nın gözyaşı ile besleye... Mutluluğu pembe dalyaların arasında değilde, ölümü müjdeleyen zakkum çiçeğinin kokusunda arayan.

Ölümü dolunayın merak uyandıran ışığının altında değilde, çürümüş bedenlerin özgür ruhlarının dolaştığı eski bir mezarlıkta arayan biri.

"Topla duygularını, gözyaşlarını çürük ve terkedilmiş bir şehrin buram buram yalnızlık kokan kara kaldırım taşlı sokaklarından. Sisli gece lambasının insafına kalmış başını kaldır. Sitem et, donuk çığlıkların utanmazca yağan yağmura sığınsın. Gözyaşlarının altına sakladığın duaların çıksın. O esmer çocuğun gözlerinden aldığın umut ile at adımını." 


"Düşüncelerin çıplaklaşıyor. Üzerinde elalemin giydirdiği kaç kat kıyafet var? Kıyafet değil onlar. Kara kaldırım taşlı şehrin günah çuvalları. Kırmızı değil rengi, en azından aşkı betimleyen bir kırmızı değil. Kana susamış bir katilin silahının namlusunun değdiği günahkar bir bedenin, günahkar kanının rengi. Şimdi nerede? Üzerine giydirilen onlarca çuvaldan birinde. Çıkar pençelerini. Dağıt, huzursuz ve günahkar kumaş parçalarını bir deri, bir kemik kalmış düşüncelerinden. At onları en büyük günahkar olan beyaz köpüklü denize, o vahşi uçurumdan."

Yavaş yavaş yağan kar taneleri ile maziye gömülen sonbaharın arafta kalmış uaptaklatını ezdi ayaklarım bu sefer. O bilindik sokağa döndü pusulam. Alacakaranlığın kızıl ışıkları, güneşi yeni güne davet etmesine rağmen terkedilmiş, karanlık binaların gölgesine sığınmış sokağa. Yıllardır silinmemiş ama mavi boyası yavaş yavaş kabuklanarak dökülen demir tabelada yazıyordu adı hala. Hafakan. Yürek oynaması. Buranın verdiği etki hiç geçmiyordu neredeyse atmayı bile unutacak olan kalbimde.

"Katran karası gecelerden alırmış adını. Hiçliğe adanmış ruhların, unutulan insanların ve kimsesizlerin yurduymuş. Üzerinde kara bulutların dolaştığı kara bir belaymış adeta. Kalbi ve ruhu aydınlıklarla yıkananları kara karanlıklarla kirletirmiş. İsimsiz yazarların silik harfli daktilolarının sesleri yankılanırmış duvarlarında. Deniz düşkünü ressamları, balçıklıklı bataklıklara alıştırırmış. Seven kalpleri araflar da bırakırmış. Aşkları manolya çiçeği misali bir kere kokladınmı kokusunu kaybedermiş. Çocukların çığlıkları mahcubiyet ve zorunluluk arasına sıkışıp kalırmış. Özgürlükleri alevlerin içinde bırakırmış.
Ama huzuru kapkara bulutların arasına sıkışmış bembeyaz bir kar tanesinin camdan mezarında tutarmış."

Yürek oynaması... Bu sokağın hafakanları onları huzuru bulmaya itermiş aslında. Yüreğin zelzelelere meydan okur derece sallandığı zaman, ruhun ile bedenin arasına çelik kapılar kapanırmış. Kaçıp, ruhunda ki asilerle başbaşa kalırmışsın. Hafakanın artçı depremleri huzuru yıkarmış. Ve en sonunda vazgeçiş başlarmış.

Yürüdüm. Önümde upuzun bir sokak vardı. Kaldırım taşlarının arasında filizlenen ısırgan otları karşıladı beni. Böyle bir sokağa da, böyle acı veren bir ot yakışırdı zaten. Aklımın keskin köşelerine gönderdiğim adres çıktı gün yüzüne. Adımlarım daha seri bir hale geldi ve iki koca binanın arasına sıkışmış, küçük dükkana yöneldi. Sadece iki metre daha yürüdüm ve elim paslı kapı kulbuna . Kapının zor açılacağını düşündüğüm için bütün gücümle ittim. Rüzgar çanları, artık bir kar tanesi olan meleğin orgundan çıkan kayıp huzurun melodisini yaydı Hafakan'ın kara duvarlarına. Kuru karanfil kokusu burnuma doldu ve ölü ruhumu bir anlığına titretti. Gözlerim yılların birikmişliğinin verdiği özlemle dolmaya başladı. Tavan da yine aynı avize vardı. Dört şapkalı, beyaz ışıklı antika avize...

Toplanılması gerekiyordu, içine yazara ait herşeyden ona kalmayan tek şey olan ruhunun toplandığı romanlar. Siyah, hafif derimsi ciltlerin de zamanın benden çaldığı huzuru titrek ve naif bir eda ile derinlerine işlediği melodinin, ruhum da kifayetsizce dolaştığı ahenkle.

Sönmeye yüz tutmuş şöminenin korları yüzün de gölgeleniyordu. Yıllar sonra onu bitap görmek ruhuma gülle emsali orurmuştu. Yılların izlerini bedeni kaldırabilmişti ama gözlerin de mavinin kaybı vardı. Başımı dizlerine yasladığım an şefkata olan açlığım, can çekişen duygularımı sömürmeye başlamıştı. Kayıp huzurum, bu viran sokakta kara kaldırım taşlarının arasına sıkışmıştı. Ve ben, huzuru hafakanların eline değil de, kendi ruhuna gömmüş olsn ihtiyarın dizinin dibindeydim. Mantığım duygularıma yelkovana muhtaç akrep gibiydi. Bildiği tek şey bu ihtiyarın bana huzura gidecek olan yolu gösterecek olmasıydı.

"Havanın mavi değil de gri olduğu bir yerdir burası. Gece yağan yağmur her yere huzuru damlatırken buraya laneti kusar. İnsanların kirpikleri, gözlerinin üstünde ki koruyucu meleğin kanatları değildir. Azrail' in kanatlarıdır. Yüzlerine düşen parıltıları parçalarlar karanlıktan öteye baktıklarında. Aşkları manolya çiçeği misalidir. Kokusunu kaybeder bir kere kokladığın da. Her yeri siyahken siyahın kaybını yaşar karanlıklar. Duvarlarını kazıdıkça gökkuşağının yetim renkleri karşıkar seni. Morun ihtişamı, kırmızının şanı değil bu sefer. Morun kasveti, kırmızının dehşetine boyanmıştır duvarlar. Siyahın doğduğu, renklerin siyaha boyandığı zaman huzura kavuşur gökkuşağı. Acısını bitirir siyah onun. Hafakana siyahın doğuşu, kırık güneşin sönük parıltılarına bedeldir aslında."

Şömineye eklediği odunların çıtırtısı kulaklarımı doldururken, alevlerin aksinin siyah dansı bakışlarını hapsetmişti. Adam, başımı okşarken hasret kaldığım sesini duydum.

"Çaresizliğin yeminlerini bozacak kadar büyüdü demek."

Özlemin getirdiği gözyaşlarımı tutamadım. Acı dolu tebessümümü kuruyan dudaklarıma yerleştirdim. Küçük iskemleye oturdum ve elimde ıslanan sarı kağıdı sıkıştırdım.

Haklıydı, kayıp huzur o kadar çaresizdi ki; uğruna bütün benliğimi hebâ ettiğim yeminlerim ruhuma çarpıyordu. Uzun ve kemikli ellerimin parmak boğumları beyazlamıştı. Titriyorlardı. Çenem kasılmaktan acımaya başlamıştı. Kuru karanfil kokusu içeride ki sıcaklıkla daha baskın bir hale gelmişti.

Yıllar önce bu sokaktan giderken, karanlıkta ki huzurun daimliğini değil, güneşin sahte ışıklarının altında büyüyen huzuru tercih etmiştim. Karanlık, o sahte ışığı da yok ettiği zaman bütün yeminlerim bozulmuş; çaresizliğim küçük bir fidandan yıllanmış bir çınara dönüşmüştü.

Yavaş yavaş büyüyen o çınarın dalları teker teker koparılmaya ve kırılmaya başladığı zaman yeminler tozlanmış sandıkların dibindeydi artık. Olumsuz, kahredici ne varsa kötü bir karma gibi başımda dolanıp durmuştu. Sessiz, halsiz ve hedefsiz bir yığıntı haline gelen bedenim geri dönüşü arzulamıştı. Sarı kağıdın devamını Adam uzattı bana, çatlamış sesimle, okudum

"Örtülü düşüncelerin mâverasın da geri dönüş başlar. Düzeninden ve yolundan çıkan her huzur kırıntısı eve dönmeyi arzular. Evladını kaybeden bir anne gibidir Hafakan. Elinde tutamadığı ne varsa etrafa savrulur. Hafakan'ın kaybettiği huzuru özüne akıtmak için ruhunu kaybeder. Hain bir avcı olan düşünceler, duyguları ve ruhu oluk oluk kara kaldırım taşlarının arasına taşır. Huzuru ararken ruhunu kaybeden masumlar, Hafakan'ın kör ihtirasının, şehvetli intikamının parçası olurlar. Karanlığın ruhunu ve getirisini karşılayan kaldırımlar, bu ihtirasın ölimcül akitleridir. Kaldırım taşlarının arasına gizlenmiş astral ruhlar, betimsiz bedenleri kavuşmaya çağırır. Lucretius'un satırlarındaki kutsal manaları, siyahının parlaklığına gömmüştür Hafakan. Geri dönüş davetiyeleri, Balzac' ın Vadideki Zambak' ına özleminin kanıtı gibidir. Yasak bir aşkın, ruh ile beden çarpışmasıdır. Karşılık bir kadının şefkatli ve tedirgin aşkı değil, bir adamın cesaretinin çaresizliğe meydan okumasıdır. O sarı kağıda yazılan her satır, suç ve cezanın bir bütün olduğunu anlatır aslında. Monteigne'in samimiyetinin lacivert mürekkebin ızdırabını bitirmesidir. Bu mektul bir çağrı, bir geri dönüş davetiyesidir."

Beyza DALAR/ edebiyatfatihi.net

17 Haz 2017

Babam Ba Ba Ba Baaaam

Babam Ba Ba Ba Baaaam 

Fatih Kutay

Bir ürünü  alırken reklamlar sizi ne kadar etkiliyor? Daha önce hiç duymadığınız bir markanın ürününü alır mısınız? Ürünün kalitesi kadar reklamda size vaadettiği özellikler ve reklamla kurduğunuz duygusal bağ da  sizi etkiler mi?

Şu bir gerçek ki günümüz dünyasında reklam bir ürün satışında veya herhangi bir hizmeti tanıtmada çok etkili.  Ne işe yaradığını, nasıl kullanıldığını, nereden alınacağını bilmediğimiz bir ürünü/hizmeti neden alalım ki?

Örneğin, bir otomobil satın alırken, ihtiyaçlarını ve  fiyat aralığını belirlersin. Her şeyi belirledikten sonra sıra arabayı almaya gelir. Aldığın arabanın teknik özellikleri yanında seni nasıl hissetireceği de önemli tabii. İşte reklamlar  burada devreye girer, potansiyel müşteriye ulaşır ve belirli bir arabanın nasıl hissettirdiğini de  bildirir. Bunu yaparken genelde  bilinen, sevilen bir ekran  yüzünü kullanırlar.  



Çok zekice kurgulanmış ve müşteriyi can evinden reklamlar olduğu gibi sanki ürün satılmasın diye yapılmış reklamlar da var. Aklıma ilk olarak bir soğuk çay markasındaki o teyze geliyor aklıma. Sesi ve gülüşü o kadar  itici geliyordu ki   o halleri  psikolojimde  yıkım güllesi etkisi yapıyordu. Bu kadar yer ettiyse bende reklam epey amacına ulaşmış demek. Neticede  reklamın iyisi kötüsü olmaz diye boşuna demiyorlar.   

İyi reklam algısı kişiden kişiye değişiyor. Benim taleplerimi yerine getiren sana uymuyor, sana uyan bana uymuyor. Çok var; ama iyi reklam deyince benim  aklıma THY'nin "Şimdi Memleket Ne Güzeldir" reklamı geliyor. Senaryosu, çekimleri, seslendirmesi o kadar başarılıydı  ki insanın  bir uçak bileti alıp yıllardır görmediği akrabalarına gidesi geliyordu.Hala ara sıra açıp izlerim. ( Şuradan izlenebilir.)

Olumlu örneklere Vam Damme'li Volvo tır reklamını da verebilirim. Reklam Volvo tır satışında ne kadar etkili olmuştur; ama bilmem ama etkileyici bir anlatıma sahip olduğu muhakkak. (Şurada)

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum; ama  bilinen bir şarkıya ürünle ilgili söz yazıp reklam yapmak moda oldu son zamanlarda.  Eskilerden popüler bir parça bul, üstüne iki söz yaz aha da reklam sana. Yaratıcı kreatif fikirler hak getire! 

Buraya kadar okuduysanız yazının başlığıyla yazının içeriği arasındaki alaka uçlarını birleştirememiş olabilirsiniz.Hemen söyleyeyim,  az önce Vatan'ın Babalar Günü reklamını izledim. O her zamanki Vatan ta ta ta taaaan bitiş müziğini  bu kez Babam Ba Ba Ba Baaaam'la değiştirmişler. Hoş olmuş :)

Lafı geçmişken tüm babaların Babalar Günü'nü de kutlayıp yazıyı bitirelim. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Fatih Kutay

👉Diğer Yazıları İçin Tıklayınız




11 Haz 2017

Hepsini Bugün Öğrendim #8

Hepsini Bugün Öğrendim #8

İrfan Yiğit 

CANLI YAYINDA KİTABI YEDİ
Az önce haberlerde denk geldi. İşçi Partisi yüzde 38'i geçerse yazdığım kitabı yiyeceğim" diyen İngiliz akademisyen Matthew Goodwin, tahmini tutmayınca canlı yayında kitap yedi. Sözünün eri adammış, vallahi bravo! İlkeli olmak bir erdemdir. 👏👏

YOK BÖYLE BİR HAMİLELİK TESTİ

Ekşi Sözlük'te okuduğum entriye göre eski Mısır'da kadınlar, hamile olup olmadıklarını ve hamileyse de bebeklerinin cinsiyetini buğday ve arpa dolu çuvallara işeyerek öğrenirlermiş. Eğer kadın hamileyse çuvaldaki arpa ve buğdaylar daha önce yeşerirmiş ve arpa önce filizlenirse bebek kız; buğday önce filizlenirse de bebek erkek olacak anlamına gelirmiş. 1900'lü yıllarda yapılan bir araştırmada da bu yöntemin %70 oranında başarılı olduğu görülmüş.



TÜRKÇEDE EN ÇOK FARKLI ANLAMA GELEN KELİME

TDK Sözlüğüne göre "çıkmak" kelimesi kullanıldığı yere 56 farklı anlama geliyormuş. Buradan bakabilirsiniz. Türkçenin zenginliği bu olsa gerek.

AT BİNMEK Mİ ATA BİNMEK Mİ?

TDK Sözlük ufkumuzu geliştirmeye devam ediyor. Genelde "at bindim" şeklinde sözün doğrusu "Ata bindim"miş. "At bindim" kulağa hiç hoş gelmiyordu zaten.
at binmek X ata binmek 👍
ata binmek

VİETNAM ORMANLARINDA DOĞAL YAŞAM ESKİYE DÖNMÜŞ

En sevdiğim ve merakla takip ettiğim Nat.Geo Wild kanalında harika bir belgeselde izledim.50 yıl önce savaştan harap olan Vietnam'da birçok canlı büyük zarar görmüştü. "Vahşi Yolculuk" adlı belgeselden öğrendiğime göre dünya üzerindeki biyoçeşitliliği en fazla olan ülkelerden biri olarak bilinen  ve dünya türlerinin %10’unun yaşadığı Vietnam'da bilim insanlarının soylarının tükendiği düşündüğü  pek çok hayvan yeniden görülmüş. Bunda da dünyanın en hızlı büyüyen bitkisi bambunun ekosistemi tamir etmesi ve pek çok hayvana yaşam alanı yaratması etkili olmuş.

31 May 2017

Egonu Çeker Misin ?

Egonu Çeker Misin ?

Fatih Kutay

Egoyla mücadele günlük bir savaştır bence. Sadece kutsal hareket değil ego ile mücadele etmek... Biliyorum gündelik ihtiraslarımızdan, insanı kötü yapan kibir ve bencillikten vücudumuzun sol tarafı asla vazgeçmiyor.

Annemizin rahmini tekmelemeye başladığımızda ego doğdu. Fiziksel vücudumuzla özdeşleşmenin ilk hatası, ben'in doğduğu anlamına gelir.

Her şeyin fazlası zarar da "ego"nun değil mi? Aşırı ego insanı sevimsiz hale getirir, fazla ego çevrede antipatik bir etki yapar. Aşırı derecede egolu insanlar göremezler etrafını. Burnundan kıl aldırmazlar. Doğal çevrelerinde günlük insani ilişkilerinde hep bir problem vardır bu kişilerin. İşte bunlar hep yüksek egodan...

Bu yüzden "ego"nun dizginlenmesi gerekir. "Ben"e göre hareket eden insanlar bir zaman sonra bunun kendisine ne kadar zarar verdiğini anlamaz duruma gelirler.

Egonun fazlasını dizginlemek? Peki; ama nasıl ?

Öncelikle basit bir mantıkla hayata karşı duyar  geliştirmeliyiz...Yaşadığın dünyada sadece sen yoksun. Ben varım,  o var,  biz varız: başkası var... Hep "ben", hep "ben" demekle egoyu dizginleyemezsin, mesela  işe biraz da başkalarını düşünerek  başlayabilirsin, nihayetinde dünya senin etrafında dönmüyor değil mi cici şey (!)

Yüksek ego kalın kalın tuğlalarla örülmüş  duvardır, görüşünüzü engeller. Bu yüzden egoluysanız onu çekin de sizi görsünler ...

Fatih KUTAY

6 May 2017

Bekleme yapma !

Bekleme yapma !

Fatih Kutay 

   Ne için yaşıyorsun ki dedim? Amacın mutlu olmak değil mi diğerleri gibi. Böyle bi' göz devirerek baktı. Karamsarlığı üstünde her zamanki gibi. Me'yus ve bedbin... Böyle yabancı sözcükler de iyi duruyor sıfat olarak sıfatına...

   Yine sebepler/bahaneler zırhına büründü. Öyle bir zırh ki attığın hiçbir olumlama  oku  delip geçemez onu. Mızmızlığı üstünde, kasvet yumağı adeta... Her şey, herkes  yanlış da  bir kendisi doğru! Maalesef öyle sanıyor. Ona göre hayatında  hiçbir şey yolunda gitmiyor, yaşadığı yer onu mutlu etmiyor, yaptığı işten tiksiniyor. Çevresinde onu anlayan bir kişi bile yok. Hayat hiçbir zaman yaşamak için  ideal olmadı belki de...




  Şöyle olsaydı ne güzel olurdu, şurada olsaydım belki mutlu olurdum. Off n'apsın hava kapalı, ruhu bedenine ağır geliyor. Çift  camlı pencere içine sıkışmış arı gibi vızıldıyor habire. Mazeretler ülkesinin taçsız kraliçesi!...

  Bir kere olsun mutlu olmak için bahane ürettiğini görmedim. Siz onu boşverin şimdi!

  Mutlu olmak için okula gitmeyi, okulların bitmesini; on kilo vermeyi, beş kilo almayı; evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı; cuma akşamını, cumartesi sabahını; yeni bir araba ya da ev almayı; baharı, yazı, sonbaharı, kışı; yeşil eriğin fiyatının düşmesini , ayın on beşini, şarkınızın radyoda çalınmasını , dizinizin yeni bölümünü, denize girmeyi... beklemeyin.

  Bir parça huzur için beklemeyin! Mutluluk bazen en yakınınızda, bazen de en uzağınızda. Umduğunda ya da ummadığında. Bir bakışta mutluluk isteyebildiğin her yerde...

FATİH KUTAY 

👉DİĞER YAZILARI 

3 May 2017

En Geveze Kuş

ASLA VAZGEÇME 

İrfan YİĞİT 

www.edebiyatfatihi.net 

  Yaşadığımız hayatta elbette ki her şey her zaman yolunda gitmiyor...Canımızı çok sıkan , bir türlü üstesinden gelemeyeceğimizi sandığımız olaylar veya durumlarla karşılaşabiliyoruz...Böylesi bir durumda bazı insanlar hemen pes etmeyi yeğliyor , ve mağlup oluyor maalesef ...

  Kendi gücümüze inanmadıkça umudumuzu muhafaza etmedikçe başarılı olma ihtimalimiz de azalır... Kendisini sürekli olumsuzluğa odaklayan insanlarda  "umut"  , bir kar tanesi gibi eriyip gider avucunda...


1 May 2017

Hayata Sporla Tutunmak

HAYATA SPORLA TUTUNMAK
HİLAL PALİTÇİ


Yaşam bir hareket dizisidir.Hayat sürekli bir akışkanlık içinde sürüp gitmektedir.Tarih boyunca uygarlıklar günden güne daha çok gelişmekte ve değişimler göstermektedir.İnsanların rahatlığı için pek çok alet icat edilmekte ve bu, insanların hayatını kolaylaştırmaktadır.

      Şu bir gerçek ki uygarlık geliştikçe insan organizması daha da az hareket ediyor. Bulaşık yıkamaktan tutun da ekmek kesmeye varıncaya kadar hayatımızın her alanında ihtiyaçları karşılayan birçok alet insanlığın hizmetine sunulmuş durumda.Yaşam için teknoloji tabii ki gerekli; ama teknoloji sağladığı bu kolaylıkların yanında olumsuz bazı durumları da peşi sıra getiriyor.

www.edebiyatfatihi.net  

      İlkçağlarda insanlar doğanın zor şartlarına karşı sürekli hareket halindeydi.Güç koşullara dayanabilmek, beslenebilmek, barınabilmek için güçlü olmak zorundaydılar.O zamanın insanı daha güçlü, daha dinamik, süratliydi.Sürekli bir savaş halindeydi yaşamak için.


      Şimdi günümüz insanını bir göz önüne getirelim.Uygarlık gelişti, her şey çok değişti o zamandan beri…Ama ne oldu peki? Daha az hareket daha az enerjiyle pek çok işi yapar hale geldik.Ve bu hareket azlığı beraberinde çok ciddi sorunları ortaya çıkarmaya başladı.Damar tıkanıklıklarından tutun da obeziteye kadar bir sürü problem geldi kapımıza dayandı.

    İşte bunun için hareket lazım, hantallaşan bedeni yeniden canlandırmak lazım.İşte bu da ancak sporla mümkün… Spor denilince hele ki ülkemizde akla gelen ilk şey futbol…Futbola  o kadar çok özel anlamlar yüklenildi ki çoğu zaman bunun bir spor oyunu olduğu akıldan çıktı, bazı maçlar adeta bir ölüm-kalım savaşına dönüşüverdi.Öfkeli futbolcular, öfkeli holigan taraftarlarla bir oyun olan bu spor dalı bazen bir meydan savaşı kimliğine kavuştu.Sahalarda görmek istemediğimiz o çirkin hareketler çok güzel hareketlerin önüne geçti, atılan küfürlerle, sloganlarla sporun ahlak seviyesi de aşağıları gösterir oldu.Bedensel yeteneğin önemi yanında zeka, ahlak, centilmeliğin de ne denli önemli olduğu unutulup gitti.

     Bir de bazı akla zarar şeyler spor olarak tanımlandı kimilerince.Örneğin av…Doğada kendi halindeki hayvanları çeşitli yöntemlerle öldürmek de spor olarak tanımlandı.Sırf zevkine, boş zamanları değerlendirmek uğruna etinden, derisinden faydalanılmayacak  hayvanlar bile öldürüldü.Bunun adına da spor dediler ne yazık ki…

    Oysaki spor  hayata tutunmanın bir dalıdır.Hayata tutunurken hayata da bağlamaktır adeta…Hiçbir şeye zarar vermemektir.Bilinçli yapılan sporun o kadar faydası vardır ki hele ki çocuk ve gençlerde…
    Spor yapmak hem fiziksel hem de ruhsal olarak bizi olumlu şekilde etkiler.Örneğin basketbol oynayan bir gencin kemikleri gelişir, boyu uzar ve  sosyalleşir.

    Bunun yanı sıra spor yapmakta olan genç,dikkatini iyi kullanmayı öğrenir.O,gerektiğinde dikkatini daraltma ve genişletme becerisini çok iyi kullanır.Bunları yaparken düşünmez,hisseder ve yapar.O duyguları kontrol edebilmeyi öğrenmiştir.Hakeme veya koçuna kızdığında çileden çıkmaz olumsuz duygularını kontrol etmeyi bilir.Spor yapmakta olan genç her zaman yapabileceğinin en iyisini ortaya koymaya odaklanır.

      Şiddet olaylarının önlenmesinde de sporun oldukça büyük katkısı vardır.Enerjisini uygun yerlerde harcayan genç, saldırganlıktan uzak durur, kendisine ve çevresine zarar vermez.Sportif karşılaşmalarda başarılı olan genç başarının tadını alır ve kendine özgüveni gelir.

      Biz gençler özellikle bu sıkıntılı zamanlarımızda mutlaka zaman ayırıp ilgimize göre bir spor yapmalıyız muhakkak…Bu, bizim ruhsal dinginliğimizin sağlanmasında da büyük fayda getirecektir.Sınav stresinden, karşılaştığımız çeşitli olumsuzluklardan kurtulmanın bence en kolay yolu spor yapmaktır.

      Mutluluk aslında yanı başımızda…Ona ulaşmak hiç de sanıldığı kadar zor değil…Spor yaparak onu yakalamaya ve bir daha asla bırakmamaya ne dersiniz?

 Hilal PALİTÇİ

Yazı Sahibi : edebiyatfatihi.net 




22 Nis 2017

Zafer Algöz- Haşırt Dı Bilekbord Kitabının İncelemesi

ZAFER ALGÖZ - HAŞIRT DI BİLEKBORD 

Fatih KUTAY 

www.edebiyatfatihi.net 

Ne zamandır okumayı planlıyordum... Bugün D&R mağazasına gidince hemen aldım... Oyunculuğunu çok beğendiğim Zafer Algöz'ün Kemal Sunal'dan Sadri Alışık'a Cem Yılmaz'dan Öztürk Serengil'e kadar pek çok ünlü oyuncuyla setlerde, tiyatro sahnesinde ve dost meclislerinde yaşadıklarını ve oyuncu arkadaşlarından duyduklarını anlattığı İnkılap Yayınları'ndan çıkan "Haşırt Dı Bilekbord" adlı kitabından bahsediyorum...


İyi ki de almışım! Kitap 284 sayfa, kitaba başlamamla bitirmem bir oldu... Hani bir solukta okunacak kitaplar vardır ya tam da ondan...

Zafer Algöz'ün Haşırt Dı Bilekbord'u Cem Yılmaz'ın önsözüyle başlıyor... Ünlü stand-upçı kalitesine yaraşır bir önsöz yazmış dostu için...

 Kitaba adını veren Haşırt Dı Bilekbord Zafer Algöz'ün 1986 yılında Çeşme'de tanıştığı Öztürk Serengil'in bir anısı. Bu bölüm çok eğlenceliydi, çok güldüm 😆

Türk sinemasının en önemli komedyenlerin Kemal Sunal'la bir dizi setinde yaşadıkları da tebessüm ettirdi. Sadri Alışık'la ilgili anlattıkları da çok sıcak ve samimi. Sadri Alışık'a hayranlığım bir kat daha arttı...

Ben en çok dünyanın en iyi 100 gitar virtüözü listesine girmiş, 10 Grammy ödülü almış Viva Santana bölümünü beğendim... Kitabı okursanız Viva Santana'ya "virtüöz, büyük star"  denmeden önce neden ADAM dendiğini anlayacaksınız... Gerçekten büyük adammış VİVA SANTANA!

En çok güldüğüm bölüm Ağır Roman filminin çekimlerinde yaşananlar oldu...

Haşırt Dı Bilekbord  Zafer Algöz'ün bilgi ve tecrübesini yansıtan, sinema setlerinde, sahnelerde oyuncuların dünyasına ışık tutan, perde arkasında yaşananları keyifli, sıcak ve samimi bir dille anlatan eğlenceli  bir hatıra kitabı olmuş...Tek olumsuz yanı çabucak bitmesi :))

Bu tarz kitaplardan hoşlanıyorsanız mutlaka okumanızı öneririm...

(Fatih KUTAY)

DİĞER YAZILARI İÇİN TIKLAYINIZ