TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI
 Kitap Türkçülüğün Mahiyeti ve Türkçülüğün Programı olmak üzere iki ana kısımdan oluşmuştur. İlk kısım kendi içerisinde on alt bölüme ayrılmış, ikinci kısım ise sekiz alt bölüme ve bu kısımdaki her bir alt bölüm de kendi içersinde alt bölümlere ayrılmıştır. Eserin tanıtımı, (bölüm ve başlıklar da belirtilerek) özet şeklinde yapılmıştır.


Birinci Kısım
TÜRKÇÜLÜĞÜN MAHİYETİ
I
TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ
Bu bölümde genel olarak Türkçülüğün ülkemizde meydana gelmeden önce Avrupa’da Türklüğe dair iki akımın meydana geldiğinden ve bu akımlardan Anadolu’nun da etkilendiğinden bahsedilmiştir. Avrupa’da meydana gelen bu akımlardan ilki Türk hayranlığı ikincisi ise Türkoloji’dir.
Türk hayranlığı Avrupalıların Türk el sanatlarını ve zanaat ürünlerini temin edip başka kültürlerin ürünleriyle birlikte teşhir etmelerinden, bu ürünlerle bir Türk köşesi oluşturmalarından, Avrupalı filozofların Türk ahlakını anlatan kitaplar yazmalarından, ressamların resimlerinde Türklerin yaşayış biçimlerini ele almasından gözlemlenmiştir.
Türkoloji ise Orta Avrupa devletlerinin eski Türk milletleri hakkında yaptığı araştırmalar olarak adlandırılabilir. Türk bilimi olarak adlandırmak da doğrudur. Bu devletler eski Türk milletleri ve bu milletlerin yaşayışına benzer yaşam ortaya koymuş olan milletlerin tarihini araştırmış, bu milletlerle ilgili arkeolojik ve tarihsel çalışmalarıyla tüm dünya tarafından kabul edilen sonuçları elde etmişlerdir.
Bu iki akım Anadolu’da özellikle de İstanbul’da çeşitli fikir akımlarının tetikleyicisi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine denk gelen bu zamanda Türkçülük akımı gerek Ahmet Vefik Paşa tarafından Darülfünun’da, gerek Süleyman Paşa tarafından askeri okullarda vücuda getirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar, Türk Tarihi araştırmaları ve Türk Dili çalışmalarıdır. Aynı zamanda milli unsurların da Türk adıyla anılmasına yönelik çalışmalar düzenlenmiştir. Bu yüzden bu iki ismin Türk tarihinde “Türkçülüğün babası” olarak anıldığı da belirtilmiştir.
Türkçülük akımı Osmanlı Devletinin varlığı için bir tehlike arz ettiği düşüncesiyle devrin padişahı Abdulhamid tarafından engellenmiştir. Sultan Abdulhamid’in son devrinde Türkçülük akımı İstanbul’da tekrar uyanmıştır. Buradan da Türkçülük akımının iki devreden meydana geldiği anlaşılmaktadır. İlk devresinde Deguignes’in etkileri gözlemlenirken ikinci devrede Léon Cahun’ün “Asya Tarihine Giriş” adlı kitabının büyük tesiri görülür. İkinci devrede bu akımın tesiriyle öne çıkan ilk isimler Necib Asım Bey, Ahmed Cevdet Bey, Emrullah Efendi ve Veled Çelebi’dir. Fakat aynı dönemde Fuad Râif Bey’in Türkçeyi sadeleştirme amacıyla yayımladığı makaleler ve mektuplarla okuyucuların keyfini kaçırdığı ve Türkçülük akımının kıymetten düşmesine sebep olduğu belirtilmiştir. Fuad Râif Bey’in çalışması Türkçede mevcut Arapça ve Farsça kelimelerin çıkarılıp yerine anlamı aynı olan eski Türkçe kelimelerin getirilmesi ya da çıkarılan kelimenin karşılığının bulunmaması halinde de mevcut Türkçe kelimelerden yapım ekleri vasıtasıyla gerekli kelimelerin oluşturulması esasına dayandırılmıştır. Bu girişim dilde sadeliği ve bütünlüğü hedeflerken karmaşayı doğurmuştur. Bu olayın gerçekleştiği dönemde Avrupa ve Anadolu’daki aydın gençlerin arasında da Türkçülük mü İslamcılık mı yoksa Osmanlıcılık akımının mı daha realist olduğu tartışmaları meydana gelmiştir. Çeşitli kışkırtmalarının etkisi ve İstanbul hükümetinin Avrupa devletlerinden çekinmesiyle yapılan mitinglerle halk kozmopolit bir teşkilatlanma olan Osmanlıcılığa ve ültramonten bir teşkilatlanma olan İslamcılığa yönelmiştir.
Aynı dönmede ise Selanik’te çıkan Genç Kalemler dergisinde yazan Ömer Seyfettin dilde sadeliğe doğru bir inkılâp yapmaya çalışmıştır. Ömer Seyfettin, Fuad Raif Bey gibi tüm Arapça ve Farsça kelimelerin dilden çıkarılması yerine bu dillerin kurallarını ve unsurlarını Türk dilinden çıkarmayı daha uygun görmüştür. Ziya Gökalp’ı da etkileyen bu fikir O’nun da Turan manzumesiyle Genç Kalemler’e katılmasını sağlamıştır. Fakat Gökalp, sadece dil konusunun ele alınmasının Türkçülük için yeterli olmadığını savunmuş; tüm Türkçülük kavramlarını ortaya koymayı daha yerinde bir hareket olarak görmüştür.
Turan manzumesinden sonra Ahmet Hikmet Bey, Halide Edip Hanım, Hamdullah Suphi Bey, ve daha birçok aydın, düşünür ve yazar Türkçülüğe fikir ve yazılarıyla destek olmuşlardır.

II
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?
Bu bölümde Türkçülüğün Türk milletini yükseltmek demek olduğu söylenmiş ve millet kavramı tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bu tanımlardan ilki Irki Türkçüler tarafından yapılmıştır. Bunlara göre millet ırk demektir. Irk ise, canlıların anatomik yapılarına göre sınıflandırılmış halidir. Bu sınıflama kemik yapısı, kafatası şekli gibi özelliklerde dayanılarak yapıldığı gibi ten, saç, göz rengi gibi dış görünüş özelliklerine göre de yapılmış olabilir. Eserde milleti ırk olarak adlandırmanın yanlış olduğu belirtilmiştir. Çünkü ırkın sosyal vasıflarla hiçbir ilişkisinin olmadığı antropologlar tarafından ispatlanmıştır.
Diğer bir tanım Kavmi Türkçülerden gelmiştir. Bunlara göre millet, kavim demektir. Yani aynı ana ve babadan üremiş kandaş bir zümre demektir. Fakat savaşlar, iç kavgalar, kız kaçırma, esir düşme gibi pek çok olay tek bir kandan meydana gelmiş bir milletin oluşmasını engellediği için bu görüşün de yanlış olduğu söylenebilir. Ayrıca sosyal özelliklerin kalıtımla geçemeyeceği yanız eğitimle kazanılacağının da belirtilmesi yine milletin kavim olduğu görüşünü çürütmektedir.
Başka bir tanım Coğrafi Türkçüler tarafından yapılmıştır. Bunlara göre millet, aynı ülkede yaşayan halkın bütünüdür. Fakat bir ülkenin sınırları içerisinde farklı kültürlerden olan farklı milletler de barındığı için bu tanım da gerçek bir tanım değildir.
Bir diğer tanım Osmanlıcılardan gelmiştir. Bunlara göre millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan vatandaşları içine alır. Bu görüş de tıpkı bir önceki görüşün eksikliğini taşır.
İslam birliği taraftarları da milleti bütün Müslümanlardan oluşan bir zümre olarak kabul eder. Fakat bu tanım da diğer tanımlar gibi eksiklik taşır. Burada kastedilen birlik, yalnızca din birliğidir. Yani millet tanımı için yeterli bir tanım değildir.
Son olarak Fertçilerin millet görüşü incelenmiştir. Fertçiler, milleti bir insanın kendisini mensup kabul ettiği herhangi bir topluluk olarak tanımlamıştır. İnsanların duyguları gerçektir; fikirler ise duygulara göre şekillenir. Asıl olan duygular olduğuna göre insan, pozitif bir şeyler hissetmediği bir topluma da mensup olamaz. Aitliğini hissetmediği bir topluma fikirlerle tutunamaz. Duyguları ile savundukları arasındaki tezatlık insanı belirsizliğe, bunalıma ve sonuçta da hiçliğe götürür. İç dünya ile dış dünya arasındaki çatışmanın insan için felaket olduğu vurgulanmıştır.
Kısaca sosyoloji biliminin ispatlarına dayanarak milli bağların yetiştirilme, kültür ve duyguya bağlı olduğu açığa çıkmıştır. Yani millet, dil, din, ahlak ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan; aynı eğitimi almış fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur. İnsan için manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan milliyette soy kütüğü aranmaması ve “Türküm” diyen her ferdi türk kabul etmek gerektiği söylenmiştir.

III
TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK
Eserin bu bölümünde Türkçülük ve Turancılık kavramları açıklanmıştır. Türkçülük Oğuz Türklerinin ( Türkmen olarak adlandırılan Türkiye, Azerbaycan, İran ve Harzem ülkeleri ) yakın amacı olarak belirtilirken Turancılık ise Türkçülüğün uzak hedefi olarak açıklanmıştır.
Esere göre Türkçülük, tüm Türkleri kültür dil ve din olarak aynı çatı altında toplamaktır. Bununla birlikte farklı bir dil ve farklı bir kültür yapmaya çalışan Türk kollarının gelecekte Türk olarak adlandırılmayacakları da vurgulanmıştır. Buna örnek olarak Kuzey Türkleri verilmiş, Tatar dili ve Tatar kültürü oluşturma gayretlerinin sonucunda Türk değil Tatar olarak adlandırıldıkları üzerinde durulmuştur. Ayrıca Anadolu’dan uzaklaştıkça diğer Türk kollarını da Türkiye Türklerinin kültürü çemberine almanın güçleştiği belirtilmiştir. Son bir örnek olarak da Türkmenlerin Oğuzistan adı altında tek bir ülkede birleşmek isteğinin Türkçülüğün yakın hedefi olduğu belirtilmiştir.
Turan ise Ural-Altay koluna mensup fakat kültür ve dil olarak farklı olan ve bu yüzden Türk değil de Tatar, Özbek, Kırgız isimleriyle anılan Türk asıllı milletlerin kavmi bir topluluk olarak birleştirilip tek bir isimle adlandırılmasıdır. Bu, gerçekleşmesi bilinmeyen uzak bir hedef olmakla birlikte Türkçülüğe ruh veren, canlandıran, ayakta tutan ve hızla yayılmasını sağlayan bir olgudur.
Şimdi uzak hedef olarak görülen Turan’ın milattan 210 yıl önce ilk defa Hunlar tarafından gerçekleştiği daha sonra da Avarlar, Göktürkler, Oğuzlar, Kırgız-Kazaklar, Kür Han, Cengiz Han ve Timurlenk tarafından gerçekleştiği de belirtilmiştir. Kısacası Turan, Türklerin geçmişte meydana gelmiş ve gelecekte de belki meydana gelecek olan büyük vatanıdır.

IV

MİLLİ KÜLTÜR VE MEDENİYET
Bu bölümde kültür ve medeniyet arasındaki benzerlikler ve farklılıklar anlatılmıştır. İkisi arasındaki birlik bütün sosyal hayatları içine almasından kaynaklanır. Bahsedilen sosyal hayatlar ise şunlardır: Dini hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, estetik hayat, iktisadi hayat, lisanî hayat, fenni hayat. Bunların bütününe milli kültür denildiği gibi medeniyet de denir. Farklar ise şöyledir. Kültür milli bir kavramdır; medeniyet ise beynelmilel bir kavramdır. Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, kültür ise geçemez; yalnızca bir millete aittir. Bir millet medeniyetini değiştirebilir ancak kültürünü değiştiremez. Medeniyet akıl ve usul vasıtasıyla yapılır. Kültür ise ilham ve sezgi vasıtasıyla yapılır. Medeniyet iktisadi, hukuki, dini, ahlaki vb. fikirlerin toplamıdır. Kültür ise dini, ahlaki ve bedii (güzel) duyguların oluşumudur.
Bunların yanı sıra Osmanlının son dönemleri de dâhil uzun yıllar boyunca memlekette var olan ikiliklerden bahsedilmiştir. Bu ikilikler dilde, edebiyatta, musikide, ahlakta, bilginlerde meydana gelmiş olan ikiliklerdir. Örneğin dildeki ikilikler, saraylıların Osmanlıca, halkın ise Türkçe konuşmasından kaynaklanmıştır.
Saray kesimi edebiyatta Arapça ve Farsça unsurlardan, divanlardan eserler meydana getirirken, halk koşma, güzelleme, destan vs. gibi eserler vermiştir. Bilginler ise resmi ve Anadolu bilginleri olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Resmi bilginler saray efradından rütbe sahibi fakat bilgisiz kişilerdir. Anadolu bilginleri ise bilgide ileri fakat rütbesiz kişilerden oluşmuşlardır. İdare rütbeli bilginlerin elinde olduğu için devletin düzeni bozulmuştur.
Bu ikiliklerin yalnızca fikir faaliyetlerinde gözlemlendiği söylenmiştir. Bugün sanatsal değer taşıyan ve tüm Avrupa’nın milyonlar harcayıp biriktirdiği Türk sanatları aynı dönemde Osmanlı tebaası tarafından ayak işleri olarak adlandırılmıştır. Saraylılar bu teknik bilgilerden ve de estetikten bihaberdirler. Hâlbuki Avrupalı ünlü sanatçılar Türk kültürüne ait, ilhamla vücuda gelmiş orijinal eserlere hayran olmuşlardır.
Türk kültürünün güzellikleri karşısında Osmanlı kültürünün çirkinliklerinin nedenleri üzerinde de durulmuştur. Bunlara sebep olarak Osmanlının büyüdükçe Türk kültüründen çıkıp emperyalist sahasına atılması, sınıf menfaatini milli menfaatin üstünde görmesi gösterilmiştir. Yöneten kesim yönetilen kesimi hor görmüş, sürekli aşağılamış bu da halkın Osmanlı ismiyle değerlendirilen yöneten kesimden uzaklaşmasına hatta bir takım sosyal gruplaşmalara (örneğin Kızılbaşlık) neden olmuştur. Milli kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran şeyin, milli kültürün çoğunlukla duygulardan medeniyetin ise çoğunlukla bilgilerden meydana gelmesinden kaynaklandığı söylenmiştir. Bir millet başka milletlerin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Kültürü meydana getiren çeşitli sosyal hayatlar arasında içten bir bağlılık, derin bir ahenk vardır. Türkün dili gibi dini, ahlakı, aile hayatı, estetiği, siyaseti, iktisadı da hep sade ve samimidir. Fakat milli kültürdeki bu ahenge bakıp da aynı uyumun medeniyette de bulunduğunu sanmak yanlıştır. Osmanlı medeniyeti Türk, Arap ve İran kültürleriyle İslam dininden doğu ve son zamanlarda da batı medeniyetinden harmanlanmış bir medeniyetler topluluğudur. Bu topluluk hiçbir zaman kaynaşmamış ve bir ahenk oluşturmamıştır. Bunun tek sebebi milli unsurları taşıyan bir kültürün zemin seçilmemesidir.
Tarih boyunca en başarılı milletler medeniyetleri ne kadar geri olursa olsun kültürü kuvvetli olan milletlerdir.
Türkçülüğün vazifesi halk tarafından benimsenmesine rağmen sarayca sindirilmiş olan Türk kültürünü arayıp bulmak ve batı medeniyetini tam anlamıyla alarak milli kültüre aşılamak olmuştur. Türkçüler doğu medeniyetini bırakıp tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam anlamıyla girmek istemişlerdir. Fakat batı medeniyetine girmeden önce milli kültürünü arayıp bulmak ve bu kültürün esaslarını ortaya çıkarma ihtiyacı duymuşlardır.

V – VI

HALKA DOĞRU – GARBA DOĞRU
Bu bölümde aydın kesimin ve halkın neler yapması gerektiği konusu üzerinde durulmuştur. Halktan yüksek eğitim ve medeniyetle ayrılan aydın ve seçkin kesimin halktan milli kültürü öğrenmek ve onlara medeniyetlerini götürmek için halka doğru gitmesi gerektiği söylenmiştir. Osmanlı seçkinlerinin ancak tamamıyla halk kültürünü aldıktan sonra milli seçkinler halini alacakları söylenmiştir.
Diğer bölümde ise hala hangi medeniyet zümresine mensup olduğumuz konusunda görüş farklılıklarının bulunduğu anlatılıyor. Fakat bundan önce medeniyet kelimesinin almış olduğu anlamlar üzerinde durulmuştur. Medeniyetin hayvan topluluklarında geçerli olmayacağı anlatılmış ve medeniyet hakkında iki esas bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan ilki medeniyetin tüm insan cemiyetlerinde mevcut olduğu, ikincisi ise medeniyetin yalnızca insan cemiyetlerine mahsus olduğudur. Medeniyet, kültürleri ve dinleri ayrı olan çeşitli cemiyetler arasındaki ortak müesseselerin tamamıdır. Medeniyetlerin coğrafi sınırları ayrı olduğu gibi tarihi gelişimleri de birbirinden ayrıdır. Bu gelişimin bir başlangıç ve sonu vardır. Fakat medeniyet zümreleri milli kültür zümrelerinden daha geniş oldukları için uzun ömürlüdür. Ayrıca milletler geliştikçe medeniyetlerini değiştirmek zorundadır.
Bunların yanı sıra tüm medeniyetlere beşiklik eden Akdeniz Medeniyetinin (daha sonra Roma Medeniyeti olmuştur) aslında nasıl örnek alındığı, İslamiyet öncesi ve sonrasında günlük hayat, yaşayış, sanat, estetik anlayışımızı nasıl etkilediği de anlatılmıştır. Doğu ve batı medeniyetlerinde mevcut yapıların aslına birbirlerinin benzeri olduğu da açıklanmıştır. Fakat bu iki medeniyet birbirinden, düşünce yapısı bakımından ayrılmıştır. Batı medeniyeti uygulamayı esas almış, doğu medeniyeti yargılayıcı bakışı reddedip skolâstik yapıda kalmıştır. Bu inanç batı medeniyetinin ilerlemesine, doğu medeniyetinin ise Ota Çağ’da kalmasına sebep olmuştur.
Dini ve milli unsurları terk etmemek koşuluyla batı medeniyetini almak gerektiği hususu üzerinde durulmuş, bu konu çeşitli örneklerle derinlemesine incelenmiştir.

VII

TARİHİ MADDECİLİK VE İÇTİMAİ MEFKÛRECİLİK
Karl Marx tarafından savunulan Tarihi Maddecilik ve Emile Durkheim tarafından savunulan İçtimai Mefkûrecilik akımlarının anlatıldığı bu bölümde her iki akımın da ilk bakışta birbirinin aynı gibi göründüğü söylenmiştir. Bu akımların her ikisi de sosyal olayların doğal sebepler sonucu meydana geldiğini savunur. Bu olayların tıpkı medde, hayat ve ruh gibi doğal kanunlara bağlı olduğunu esas olarak kabul eder. Bu kabul, bilimsel olarak determinizm olarak adlandırılır. Fakat bu noktadan sonra bu iki sosyoloji sistemi birbirinden uzaklaşmaya başlar. Marx determinizmin ekonomik olayların tekelinde olduğunu savunur. Yani, sayılan tâbi olayların sebebinde ekonomik olaylar yatar. Din, dil, ahlak vs. gibi akıl sahasına giren olaylar ise sebep değildir; sadece sonuç olabilir. Bu yüzden Marx, ekonomik olayların dışındaki hadiseleri “gölge hadiseler” başka bir deyişle epifenomenler olarak nitelendirir. Durkheim ise Marx’ın bu görüşünün objektif gerçeklikten ayrılmak demek olduğunu savunur. 
Marx’ın savunduğu bu teoriyi uygulamaya aktarması ve halkın yalnızca işi sınıfından oluştuğunu savunması, onun ikici hatasıdır. Çünkü halk kelimesi “umum” manasında olduğundan, hukukça birbirine eşit olmayı kabul eden bütün sınıfların toplamı demektir. Marx’ın bu görüşü ise işçi sınıfının diğer tüm sınıfları yok etmesi gerektiği şeklinde bir düşünceyi doğurmuştur. Bu da halk kelimesinin anlamıyla çelişir.
Durkheim, Marx’ınki gibi salt ekonomi temelli olaylar zincirini kabul etmediği gibi olaylarda ekonominin etkisini de inkâr etmez. Ama ekonomi, olayların vuku bulmasında sadece sebep değildir; aynı zamanda başka olaylar da ekonomiyi netice durumuna getirebilir. Özellikle modern toplumlarda ekonomik hayatın sosyal bünyeye temel teşkil ettiğini de ortaya atan kişi Durkheim’dir. Durkheim bir zamanlar vahşiler olarak adlandırılan ilk insan topluluklarının yani ilkellerin topluluklarındaki dayanışmalarının yalnızca kolektif şuurdan meydan gelen mekanik dayanışma olduğunu söyler. Bunlar birbirine benzeyen oba, oymak, boy, il gibi bölmelerden olduğu için Durkheim tarafından “segmenter” cemiyetler olarak adlandırılmışlardır. Bir de sosyal dayanışmadan doğan organik dayanışma vardır ki Durkheim bunlara da “organize cemiyetler” adını vermiştir.
Durkheim savunduğu tüm bu sosyal olayları tekbir gerçeğe götürür. Bu da kolektif tasavvurlardır. Bu gerçeği biraz açmak gerekirse: bir inanç, o inancı savunan ya da temsil eden fertlerin ortak vicdanında bilinçli bir şekilde fark edilmedikçe genel geçer bir mahiyet kazanamaz anlamına gelir. Örneğin Türk töresine ait bir âdetin Türk halkının ahlaki vicdanında artık bilinmiyor olması ya da duyulmaması, o âdetin sosyal bir olay olması ve ya Türk ahlakında bir unsur olma mahiyetini kaybetmesi demektir.
Kolektif tasavvurların çok şiddetli bir kriz esnasında alevlenerek son derece kuvvet kazanmış haline mefkûre(ülkü) denir. Mefkûre halini aldıktan sonra gerçek inkılâpları doğururlar.

VIII

MİLLİ VİCDANI KUVVETLENDİRMEK
Bu bölümde sosyal zümrelerin üçe ayrıldığı, bunların da ailevi, siyasi ve mesleki zümreler olduğundan bahsedilmiştir. Bunlar arasında en önemlisinin siyasi zümre olduğu, ailevi zümrelerin siyasi zümrelerin hücrelerini; mesleki zümrelerin ise siyasi zümrenin organlarını oluşturduğu söylenmiştir. Buna asıl sebep olarak da siyasi zümrelerin özerk ya da yarı özerk bir yapıya sahip oluşu gösterilmiştir.
Siyasi zümreleri de cemia, camia ve cemiyet olmak üzere üç kısımda incelemiştir. Cemia, bir kavimde mevcut aşiretlerden oluşur. Zamanla cemia diğer aşiretleri fetheder. Fethettiklerinin kendi kavmine tâbi aşiretlerden olması şartı yoktur. Yani kendinden farklı kültüre sahip aşiretler de olabilir. Bu fetih hareketiyle meydana gelen yeni heyet bütünlüğü, camiayı oluşturur. Bir zaman sonra camialar dağılmaya başlar. İmparatorlukların içinde dil ve milli kültür bakımından ortak olan camialar, sosyal bir surette birleşerek ortak vicdana, ortak ülküye sahip bir milliyet halini alırlar. Artık içinde bulundukları imparatorluğa bağlığa devam edemezler. Özgürlüklerini elde edecek bütünlüğe ulaşmış, birleşmiş ve özgür bir heyete, cemiyete dönüşürler. Bu cemiyetlere aynı zamanda millet denir.
Milli vicdanı uyanmış cemiyetler de daha güçlü devletlerin manda ve himayesini kabul etmezler. Yani hiçbir imparatorluk gücü ne olursa olsun bir cemiyete hükmedemez.



IX

MİLLİ TESANÜDÜ KUVVETLENDİRMEK
Bu bölümde milli tesanütü (dayanışmayı) yükseltmek için neler yapılması gerektiği anlatılmıştır.
Milli birliğin kuvvetlendirilmesi, sosyal düzenin ve ilerlemenin, milli hürriyet ve istiklalin temelidir. Milli birliği kuvvetlendirmek için de vatani, medeni, mesleki ahlakların kuvvetlendirilmesi gerekir. Vatani ahlak, vatanı kutsal sayadan geçer. Milli tesanütü kuvvetlendirmeni ikinci yolu da medeni ahlakı yükseltmeyle gerçekleşir. Medeni ahlak milletimizi, dindaşlarımızı ve en son da tüm insanları sevmekten ve muhterem görmekten ibarettir. Medeni ahlak bütün bu fertlerin canına, malına, hürriyetine ve şerefine tecavüzü men eder.
Vatani ahlak dıştan merkeze doğru, medeni ahlak merkezden dışa doğrudur.
Mesleki ahlak ise mesleğin temsilcilerinin yapmaması gereken şeylerin kati olarak belirtilmesi esasına dayanır. Örneğin tüccar doğru tartmalı, avukat ve doktor mahremiyete saygı göstermeli, yazar ve öğretmen aydın olmalıdır. Bu örnekler mesleklerle birlikte çoğalır.
Ayrıca bu bölümde milli kültürümüzün şuurlu bir hale gelip yükselmesi için gerekli olan teşkilatlar sayılmış ve bunların özelikleriyle öneminden bahsedilmiştir. Bunlar: milli müze, etnografya müzesi, milli arşiv, milli tarih kütüphanesi, istatistik umum müdürlüğü, Türk tiyatrosu, Türk konservatuarı, Türk üniversitesi, Türkiyat enstitüsü.

X

HARS VE TEHZİB
Eserin bu bölümünde kökeni Fransızca olan kültür kelimesinin iki farklı anlamı üzerinde durulmuştur. Bunlar milli kültür ve tehzibdir. İkisinin arasıdaki temel fark milli kültürün demokratik, tehzibin aristokratik olmasıdır. Milli kültür halkın geleneklerinden, örfünden, yapa geldiği her türlü etkinlikten meydana gelmiş bir ürün olduğu için demokratiktir. Tehzib ise iyi bir eğitim görmekle akli ilimleri, güzel sanatları, edebiyatı, felsefeyi gösterişsiz, samimi bir aşkla sevmektir. Bu yüzden tehzib özel bir eğitim ile meydana gelmiş özel bir duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzıdır. İkisi arasında diğer bir fark da birinin milli, öbürünün milletler arası oluşudur.
Bir insan milli kültürün tesiri ile belki de yanız kendi milletinin kültürüne kıymet verir. Fakat tehzib görmüş bir fert, başka milletlerin kültürlerini de sever ve onların lezzetlerini de tatmaya çalışır. Tehzib temas ettiği insanları biraz hümanist, biraz hoşgörülü, her ferde, her millete iyilik ister bir hale getirir ve eklektik yapar. Tehzibin etkisiyle bir millet kendi milli kültüründen ayrılmamak ve onu ikinci plana koymamak şartıyla başka milletlerin kültüründeki mevcut tatlardan da etkilenir ve zevk alır. Burada başka milletlerin kültürünün taklitçiliği anlamı çıkarılmamalıdır.
Türkçülük, Avrupa medeniyetini tam ve sistematik bir surette almaya azmettiği gibi, hiçbir milletin kültürüne karşı yabancı kalma ve küçümseme duygusu da yoktur. Bütün milli kültürlere değer verir ve saygı duyar.



İkinci Kısım

TÜRKÇÜLÜĞÜN PROGRAMI

I

DİLDE TÜRKÇÜLÜK
Eserin bu bölümünde Osmanlı Devletinin hâla var olduğu dönemde dildeki ikilikler anlatılmıştır. Bu dönemde herkes tarafından milli dil, İstanbul Türkçesi olarak kabul edilmişse de bu dil yalnızca konuşmada kalmış, yazı dili olarak da Arapça ve Farsça unsurlar taşıyan Osmanlı lisanı kullanılmıştır. Bu durum başka milletlerin diliyle karşılaştırıldığında yalnızca bizde böyle bir uygulamanın olduğu tespit edilmiştir. Bunun üzerine yazı diliyle konuşma dilinin aynı olması gerektiği düşünülmüştür.
Bununla birlikte zorluğu ve anlaşılmayışı nedeniyle halk Osmanlı edebiyatının yanında halk diliyle yazılmış bir Türk edebiyatını meydana getirmiştir. Altı-yedi yüzyıldan beri kullanılagelen bu edebiyat, dil ikiliğini kaldırmak için yeniden bir çalışma gereğini de ortadan kaldırmıştır.
Türkçüler dilimizdeki ikiliği kaldırmak için İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak gerektiğini düşünmüştür. Artık yazılacak dil “yeni lisan”, sonra “güzel Türkçe”, daha sonra da “yeni Türkçe” adlarını almıştır.
Osmanlıcanın haricinde halk tarafından kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler de vardır. Fakat bu kelimelerin Türkçe karşılığı bulunmamaktadır. Saray efradı Türkçe karşılığı bulunduğu halde mecbur olmamalarıyla birlikte Arapça ve Farsça kelimeleri tercih etmişlerdir. Halk ise Arapça ya da Farsçadan bir kelime aldığında bu kelimenin Türkçe anlamını kullanımdan çıkarmıştır. Ya da bu dillerden alınan kelimelerin zaten Türkçe bir karşılığı yoktur. Ayrıca halk, Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin söylenişini ya da anlamını bozup kendine mal etmiştir. Aydın kesim ise bu kelimeleri “bozulmuş kelimeler” olarak kabul etmiştir.
Türkçülerin dildeki prensipleri fesahatçilere (kelimenin bozulmadan olduğu gibi kullanılmasını savunanlar) ait düşüncelerin zıttı olmakla beraber, tasfiyeci (arı Türkçeci) adını alan dil devrimcilerinin görüşlerine de uygun değildir. Çünkü tasfiyeciler, Türkçede halkın kullandığı Arapça, Farsça ve tüm yabancı unsurlarla kelimelerin tamamen atılmasını ve bu kelimelerin yokluğundan kaynaklanan boşluğun eski Türkçe kelimelerle doldurulması gerektiğini ya da yapım ekleriyle yeniden türetilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu da insanı her kelimenin kökündeki anlamı arama gibi boş bir çabaya sürükleyeceğinden fayda yerine zarar getirir.
Eş anlamlı kelimelerin alınması gibi yabancı dillere ait olan kip, edat ve tamlamaların alınması da dil için zararlıdır.
Türkçülere göre halkın alıştığı, yapay olmayan tüm kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, canlı kullanışlarından meydana gelmiş yaşayan bir organdır.
Kısaca bu bölümde Türkçesi bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimelerin diziliminden atılması gerektiği savunulmuştur.
Türk dilinin sadeleştirilmesinin birincil ve ikincil hedefleri vardır. Bunlardan ikincil hedef Türkçedeki mevcut yabancı kip, edat ve terkiplerin çıkarılmasıdır. Birincil ve asıl hedef ise bilim alanında Türklerin de hak ettikleri yeri almasını sağlamaktır. Bu da Türkçedeki eksik kelimelerin bulunup dilimize katılmasıyla mümkündür. Osmanlıca sadece yabancı unsurlardan oluştuğu için zararlı bir dil değil, aynı zamanda pek çok kelimenin de içinde bulunmadığı bir dildir. Bu sebeple ne uluslar arası düzeyde yazılmış bir makale tam anlamıyla Osmanlıcaya çevrilebilmiş ne de uluslar arası düzeyde bir makale yayımlanabilmiştir.
Yazı dilimizde eksik olan kelimeler: milli tabirler ve milletlerarası kelimelerdir.
Milli Tabirler: İstanbul ve Anadolu’da kullanılan fakat henüz yazı diline girmemiş olan kelimelerdir. Bunların büyük çoğunluğu halk edebiyatında ve atasözlerinde mevcuttur. Özellikle Dede Korkut Kitabı, bu kelimeler bakımından zengin örnekler içerir. Ayrıca başka Türk lehçeleriyle yapılacak karşılaştırmalar da bize Trük şivesinin bir takım ortak özelliklerini gösterebilir.
Milletlerarası Kelimeler: batı medeniyetine girmek isteyen Türklerin, tüm batı kavramlarını ve anlamlarını ifade edecek yeni kelimelere ihtiyacı vardır. Bunun için en verimli yolun, batı dillerindeki edebi eserlerin büyük bir dikkat ve titizlikle Türk diline çevirmek olduğu belirtilmiştir. Fakat yine de bulunamayan kelimeler için Türk edatları, tamlamaları ve kipleriyle yeni kelimeler oluşturmaya çalışılması gerektiği anlatılmıştır. Bazı yabancı kelimelerin ise değiştirilmeden aynen alınması gerektiği de belirtilmiştir. Bunlar ya o devletin milli unsuru ya da uluslar arası teknik özellik taşıyan kelimelerdir. Örneğin: şövalye ve telgraf gibi.
Kısacası yeni Türkçenin ilk olarak dilimizde lüzumsuz Arapça ve Farsça tabir ve tamlamalardan temizlemek, ikinci olarak ona henüz varlıklarını bilmediğimiz milli tabirleri ve ifade tarzlarını, üçüncü olarak da henüz sahip olmadığımız için oluşturmaya mecbur olduğumuz milletler arası kelimeleri ilave etmekle meydana geleceği anlatılmıştır. Bu üç eylemden birincisine temizleme, ikincisine millileştirme, üçüncüsüne de işleme adları verilmiştir.
Bölümün sonunda da dilde Türkçülüğün prensiplerinden bahsedilmiş yani diğer anlatılanlar burada kısaca özetlenmiştir.

II

ESTETİK TÜRKÇÜLÜK
Bu bölümde Türklerin mimaride, heykeltıraşlıkta, el sanatlarında, edebiyatta başka milletlerden aşağı olmayan hatta ileri olan eserler bıraktıkları anlatılmıştır. Şiirlerde milli veznin hece vezni olduğu, sonraları Çağatayca ve Osmanlı şairlerinin taklit yoluyla İranlılardan aruz veznini aldıkları söylenmiştir. Bununla birlikte, başka milletlerin hece vezinlerinin alınmaması gerektiği de vurgulanmıştır.
Aynı şekilde milli musikinin ve geleneksel el sanatlarının da özelliklerinden bahsedilmiş, bununla birlikte bu milli değerlerin yabancı sanat unsurlarıyla da işlenerek geliştirilebileceği anlatılmıştır.

III

AHLAKİ TÜRKÇÜLÜK
Türklerin önemle üstünde durduğu bir konu da ahlaktır. Ahlak konusu Türkçülükte vatani, mesleki, aile ahlakı, cinsi ahlak, medeni (şahsi) ahlak ve milletlerarası ahlaktır.
Vatani ahlak, sebebi her ne olursa olsun vatanı her şeyden üstün kılmak ve ne pahasına olursa olsun onu korumak ve müdafaa etmek esasına dayanır. Vatani ahlakta vatanın müdafaa ve muhafazası için hiçbir şahsi çıkar ön planda tutulmayacak, gerekirse nefsi duygular, vatandan sonra gelen maneviyatta değerli unsurlar, vatan uğruna feda edilecektir.
Aynı şekilde vatani ahlak, milletin huzur ve refahı için her zaman barışçılığı üstün tutar. Mümkün olduğu kadar savaştan uzak durmayı ve eğer vatanın bölünmez bütünlüğü ya da milletin ortak çıkarları tehlikeye düşerse savunmayı şart koşar.
Aile ahlakı anlatılırken de bugün hala kullanılan soy, sop, boy, bark kelimelerinin anlamlarından yararlanılmıştır.
Boy, aile kavramına karşılık gelmekle birlikte, tek haneli bir yapı anlamında değildir. Cengiz Yasası incelendiğinde bir boyun kırkar evlik bir zümre olduğu ortaya çıkar.
Soy ise bireylerin amcazade, halazade, teyzezade, dayızade gibi akrabalarını içine alan bir zümredir.
Törkün, bugünkü aile kavramına karşılık gelmekte ayrıca ferdi yakınlığı da göstermektedir. Kısaca Törkün, Türklerde baba ocağı denilen şeydir.
Ayrıca ahlak konusunda kadın ve erkeklerin her ikisinin de eşit konumda oldukları üzerinde durulmuştur. Yani iffetsizlik olarak adlandırılan bir eylem hem kadın hem de erkek için geçerlidir. İnsanların iffetlerini koruması için halk arasında söylenegelmiş hikâyeler ve törenler oluşturulmuştur. Sözlü edebiyat niteliği taşıyan bu törenler aynı zamanda töreyi de oluşturan unsurlardan biridir.

IV

HUKUKİ TÜRKÇÜLÜK
Hukuki Türkçülüğün amacı, Türkiye’de modern bir hukuk vücuda getirmektir. Bu da teokrasi ve klerikalizmden büsbütün kurtulmakla sağlanır. Ortaçağ devletlerinin bu ikisinden tamamen kurtulmuş olanlarına çağdaş devlet adı verilir. Bu devletlerde kanun yapma, yürütme görevi millete aittir. Ayrıca milleti oluşturan her birey tamamıyla bir diğerine eşittir. Ailede de bu hak ve eşitlik devam eder. Evlenme, boşanma, miras, mesleki ve siyasi haklarda aile fertleri eşittir.

V

DİNİ TÜRKÇÜLÜK
Dini Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerde vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet dini kitapları okuyup da anlayamazsa doğal olarak dininin gerçek önemini öğrenemez.
Halkın dini hayatı incelendiğinde ayinler arasında halkı en çok coşturanın namazlardan sonra ana dille yapılan derin ve samimi münacat ve dualar olduğu görülür. Yine namazdan alınan yüksek zevkin bir kısmı da ana dille söylenen ilahilerden kaynaklanır. Halkı en çok coşturan bir başka dini ayin de Mevlid-i Şerif’tir.
Halkın anladığı bir dille yaptığı bir yalvarış onu, yaptığı ibadete ve bağlı olduğu dine daha fazla yaklaştırmıştır.

VI

İKTİSADİ TÜRKÇÜLÜK
Eski Türklerde Bozkır Kültürü mevcuttu. Bu kültür, içinde göçebe bir hayatı barındırırdı. Dolayısıyla iktisadi hayat, çobanlık esasına dayanırdı. Türklerin serveti, yetiştirdikleri hayvanlar (at, deve, keçi, öküz vs.) ve bunlardan elde edilen yiyecek ve eşyalar idi. Elde edilen bu ürünler diğer devletlere de satılır; bir nevi ticaret yapılırdı. Ayrıca yine bu dönemlerde Çin’den Avrupa’ya giden ticaret yolları Türklerin denetim ve kontrolü altındaydı. Türkler iktisada o kadar önem vermişlerdi ki çeşitli illere orada yaşayan halkın genel meslekleri isim olarak verilmişti. Örneğin Doğu Türkistan’da Tarancalar (çiftçiler), Batı Türkistan’da Sartlar (tüccarlar) adında iki il vardı.
Eski Türk devletlerinde servet ferdi değildi. Kazanç halka açıktı. Her bireyin ticaretten edindiği kâr cemiyet adına toplanır, meydana gelecek büyük kazançlar cemiyet hesabına kurulacak büyük çiftlik ve fabrikaların sermayesi olarak kullanılırdı. Aynı zamanda halktan alınan gelir vergileri muhtaç ve düşkünler için kullanılmıştır.
İktisadi Türkçülüğün hedefi, memleketi büyük sanayiye kavuşturmaktır.

VII

SİYASİ TÜRKÇÜLÜK
Türkçülüğün siyasi partileşmeden farklı olduğunun anlatıldığı bu bölümde Halk Fırkası’nın Türkçülüğü desteklediğinden bahsedilmiştir. Bu siyasi cemiyet, Türk siyasetinin yabancı unsurlardan kurtarılmasında etkin olmuştur.
Gelecekte de daima halkçılıkla Türkçülüğün el ele verip ülküler âlemine doğru birlikte yürüyecekleri söylenmiştir. Her Türkçü siyaset sahasında halkçı kalacak, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır.

VIII

FELSEFİ TÜRKÇÜLÜK
Felsefe, maddi ihtiyaçların zorlamadığı ve mecbur etmediği, menfaatsiz, kasıtsız, karşılıksız bir düşünüştür. Bir millet savaşlardan kurtulmadıkça ve iktisadi bir refaha kavuşmadıkça, içinde felsefe yapabilecek bireyler yetiştiremez. Zira Türklerin böyle bir refahı ve huzuru pek de yaşamamış olması, çok sayıda Türk filozofunun yetişmesine engel olmuştur. Halk çoğunlukla, dervişlik ve umursamazlığı tercih etmiştir.


Yazıya Tepkini Göster!

7 Yorumlar

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.

  1. Çok teşekkürler çok işime yaradı

    YanıtlayınSil
  2. harika kanka eyvallah:)

    YanıtlayınSil
  3. Sinavda kopya cekicez. Eyvallah

    YanıtlayınSil
  4. Allah razi olsn vizede çok ise yaradı

    YanıtlayınSil
    Yanıtlar
    1. Vize ve finallerde tüm takipçilerimize başarılar, size faydalı olabiliyorsak ne mutlu bize arkadaşlar :)

      Sil
  5. hocam bu ne ya çok uzun

    YanıtlayınSil

Yorum Gönderme

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.

Daha yeni Daha eski

Reklam

Reklamlar