ROMAN TAHLİLLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ROMAN TAHLİLLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağu 2014

HÜSEYİN RAHMİ'NİN CADI ROMANININ ÖZETİ VE İNCELEMESİ...

 (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
KİTABIN ADI: CADI
KİTABIN YAZARI: HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
YAYINEVİ VE ADRESİ: Özgür Yayınları Ankara Cad. 31/2 Cağaloğlu-istanbul.
BASIM YILI: Altıncı Basım/ Ekim 1996
KİTABIN KONUSU
Binnaz Hanım, öldükten sonra dirilerek, ölümünden sonra hemen evlenen kocası Naşit Nefi Efendi’ye yaşamı zehir eder.

9 Tem 2014

ZEYTİNDAĞI KİTAP ÖZETİ,KİŞİLER,YER VE ZAMAN (AYRINTILI İNCELEMESİ)

ZEYTİNDAĞI- Falih Rıfkı ATAY
Kitapta, Osmanlının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadar olan bir zaman dilimi yansıtılmaya çalışılmaktadır.. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’nın Zeytindağı’ndaki karargahına katılmıştır. Kitabın ismi; Cemal Paşa’nın karargahının (4. Karargah) bulunduğu Kudüs’e yakın bir dağın isminden gelmektedir.
Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir.
Falih Rıfkı, Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; “Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa’yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa’yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur.”
Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.

5 Tem 2014

CELALEDDİN HARZEMŞAH TİYATRO ESERİNİN İNCELEMESİ

Celâleddin Harzemşah, Namık Kemal'in en beğendiği tiyatro eseri olarak bilinir. Kendi söylemi ile oynanmak için değil, okunmak için yazılmış bir eserdir.

KEMALETTİN TUĞCU BİR OCAK SÖNDÜ HİKAYESİNİN TAHLİLİ

Kemalettin Tuğcu’nun Bir Ocak Söndü Adlı Hikâyesinin Tahlili

23 Haz 2014

2014 LYS EDEBİYATTA ÇIKAN KEŞANLI ALİ DESTANI TİYATROSUNUN AYRINTILI İNCELEMESİ

  Türk edebiyatının  ilk epik tiyatrosu  olan Haldun Taner'in yazdığı  "Keşanlı Ali Destanı"nın ayrıntılı ve akademik incelemeleri için aşağıdaki bağlantılara tıklayınız...

ORHAN PAMUK "KARA KİTAP" ÖZETİ VE İNCELEMESİ

Kara Kitap amcasının kızıyla evli olan avukat Galip, karısı (aynı zamanda kuzeni) Rüya ve Rüya’nın üvey ağabeysi Milliyet gazetesinde köşe yazarı olan Celal Salik karakterlerinin üzerine kurulmuştur.Galip Nişantaşı’nda dedeleri, nineleri, halaları, amcaları, amca çocukları ve bir takım akrabalarıyla birlikte büyümüş ve amcasının güzel kızı Rüya evlenmiştir.Galip Rüya’nın ikinci kocasıdır.Kimi aile büyüklerinin düşüncelerine göre Galip çocukluktan beri çok sevdiği Rüya ile evlenerek Rüya’yı bazı sol fraksiyonlara mensup eşinden ve o sefil hayatından kurtarmıştır.Galip ve Rüya, Rüya’nın üvey ağabeysi olan Celal Salik’e çocukluklarından beri hayranlık duymuşlar ve gazetedeki yazılarını her gün okuyarak büyümüşlerdir.Bir gün Galip eve gelir ve karısının on dokuz kelimelik terk mektubuyla karşılaşır.Rüya nereye gittiğini, ne zaman döneceğini, dönüp dönmeyeceğini, kiminle gittiğini yazmadan Galip’e bir suç ortaklığı bırakarak ve ‘Annemleri idare edersin’ diyerek kayıplara karışmıştır.Aynı zamanda Celal Salik’in de ortadan kaybolması Galip’i amansız bir arayışa ve esrarengiz bir kayboluşa sürüklemiştir.Bundan sonra Galip’in hayatı çok sevdiği karısını aramaktan, Rüya’nın O’nu neden terk ettiğini bulmaya çalışmaya, Celal ve Rüya’nın birlikte olup olmayacağına dair paranoyalardan, Galip’in kimliğine, kim olmak istediğine, hayatın görünenden çok görünmeyen anlamlarını keşfetmeye sanki görünmeyen bir el tarafından yönlendirilmiştir.

TANPINAR "MAHUR BESTE" ROMANININ ÖZETİ,YER,ZAMAN,ŞAHIS KADROSU (TAHLİLİ)

AHMET HAMDİ TANPINAR- MAHUR BESTE

Romanın Özeti:
Abdülhamid'in padisahlığı yıllarında yasayan Behçet Efendi, devrin hatırı sayılan zenginlerinden olan İsmail Molla Bey'in oğludur. İsmail Molla Bey çevresindekileri kendine hayran bırakan, iradeli, zaafsız ve musikisinas bir kimsedir. Böyle bir babanın karsısında zayıf kisiliği ile silik ve güçsüz duran Behçet Bey; konaklara özgü eğlencelere uzak, kadınlara karsı ezik, musikiye karsı ilgisizdir. Hayatına yön vermek için çaba sarfetmez. Kendini kitap ciltlemek, saat tamir etmek gibi isler ile mesgul ederek insanlardan ayrı ve uzak, esyaların doldurduğu ve oyaladığı bir hayatın içine hapseder. “Çocuğun tabiatındaki pısırıklık ve zavallılığın” (s. 38) annesinden ve dadısından aldığı yanlıs terbiyeden kaynaklandığına inanan İsmail Molla Bey, kendine benzemeyen oğlunu sevmez ve ilgisini üzerinden çeker. Padisahın fermanı ile Mekke’ye giden İsmail Molla Bey’in ardından kelemlerde çalısan, münferid basarıları takdir toplayan Behçet Bey, Ata Molla Bey isminde saray esrafından bir kisinin kızı ile -Atiye Hanım- evlenir. Bu evlilik “İrade-i Seniyye” ile gerçeklestiği için ne Atiye Hanım ne Ata Molla Bey, Behçet Bey'i sevmezler. Kendisini sevmeyen insanlar içinde çocukluğunda edindiği cilt isleri, saat tamiri gibi alıskanlıklarını sürdüren Behçet Bey; önce babasını sonra kızını karısını kaybedince, sürekli gördüğü rüyalar, ciltlenmis kitaplar ve hangi zamanı gösterdiği bilinmeyen saatler arasında ömrünün kalan günlerini geçirmeye devam eder...

17 Haz 2014

YANLIŞ BATILILAŞMAYI İŞLEYEN ROMANLAR VE İNCELEMELERİ

Yanlış Batılılaşmayı  İşleyen Romanlar



Şıpsevdi: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Mürebbiye: Hüseyin Rahmi Gürpınar


Yaprak Dökümü: Reşat Nuri Güntekin


CENGİZ AYTMATOV CEMİLE-SULTAN MURAT KİTABININ İNCELEMESİ

  Sultan Murat
 (Cengiz Aytmatov)
KİTABIN ADI : CEMİLE – SULTAN MURAT
KİTABIN YAZARI : CENGİZ AYTMATOV
YAYINEVİ : ÖTÜKEN YAYINEVİ
BASIM YILI : 1990
KİTABIN KONUSU
Kitapta iki ayrı  vardır. İlki bir aşk hikayesidir. Aşkı uğruna töreleri çiğneyen bir kadının hikayesi anlatılmaktır. İkinci hikayede ise savaştan dolayı köy ahalisinin çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır. Ayrıca hikayenin kahramanının yaşadığı bir aşktan da bahsetmektedir.
KİTABIN ÖZETİ
CEMİLE

Bu hikaye bir Kırgız köyünde, savaş zamanında yaşanan bir aşkı anlatmaktadır. Hikayeyi olayın baş kahramanı Cemile’nin kocası Sadık’ın kardeşi anlatmaktadır. Cemile köyün en güzel kızlarındandır. Güzel vücudu ile bütün gençlerin gözdesidir. Cemile erkek gibi yetiştiğinden, ağzı çok sıkı laf yapan, en zor işlerin üstesinden gelebilen, cesur biridir. Cemile bir at bakıcısının kızı olduğu için çok iyi at kullanmaktadır. Bir ilkbahar günü Sadık Cemile’yi geçememiş, bu O’na pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmıştır. Yani sevişerek evlenmemişlerdir. Savaş başlayınca, ancak dört ay beraber yaşayabilmişler ve Sadık askere alınmıştır.
Uzun süredir savaşta olan kocasından ayrı kalan Cemile’yi yalnız kaldığı için köyün gençlerinin sarkıntılıklarına maruz kalmıştır. Sadık gönderdiği mektuplarda Cemile’ye çok az yer vermektedir. Cemile de kocasının bu yaptığına az da olsa bozulmaktadır. Cemile her gün kayını ile istasyona tahıl taşımaktadır. Onlara yardım için de Danyar adlı adam da katılır. Danyar, cepheden gelmiş bir savaş gazisidir. Tek ayağı topaldır, Cemile gelişen olaylar doğrultusunda Danyar’a aşık olur ve herşeyi göze alarak beraber kaçarlar.

15 Haz 2014

ÖMER SEYFETTİN PERİLİ KÖŞK HİKAYESİ TAMAMI,ÖZETİ,KİŞİLER,YER VE ZAMAN...

ÖMER SEYFETTİN PERİLİ KÖŞK HİKAYE İNCELEMESİ

ÖNCE HİKAYENİN TAMAMI:

                                           Perili Köşk




Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye,


- İşte bir boş köşk daha! Dedi.


Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:


- Geç efendim, geç!... Orası size gelmez.


- Niçin canım?


- Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.


- On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya... Tam bize göre...
Bekçi tekrar, katî bir işaretle,


- Buraya oturamazsınız efendim... dedi.


Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederlerdi. Asabî bir istical ile,
- Niye oturamayız? diye sordu.

- Efendim, bu köşkte peri vardır.

- Ne perisi?

- Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.

Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi, gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu. Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el... fakat Lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü:

- Perinin bize zararı dokunmaz! dedi:

Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı.

- Her giren evvelâ böyle söyler, ama bir ay oturmaz.

- Senin nene lâzım. Haydi burasını gezelim.

- Anahtarı sahibindedir.

- Sahibi kim?

- Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan...

- Haydi anahtarı alalım.

- Peki, ama...

Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.

İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvelâ peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlâtlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün kapısını açtılar.

Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet'te tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeğe başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya'dan Konya'dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor: "Allah'tan korkarım neme lâzım!" diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı. Sermet Bey evi gezmek istediğini söyledi:

- Pekâlâ, buyurun! Dedi.

Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinde pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı, Sermet Beye,

- Bu anahtar köşkü de açar... dedi.

Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır... Hepsi tamamdı.

- Kirası ne kadar?

- Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.

- Niçin?

- Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillâh peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Meselâ kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim.

Sermet Bey sordu:

- Vâkıa şimdiye kadar hemen hiç... Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.

- Ben ürkmem.

- İnşallah.

- Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır...

- Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz...

Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.

Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyazi Efendinin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşişiye bir yirmi beşlik kağıt verdi. Bekçi,

- Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız.

- Görürsün.

- Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiç birisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.

Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeli'ydi. Fakat Avrupalıların "Gündüz cefa, gece sefa" düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı. Yemeğe gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.


- Gözünüze öyle görünmüştür! Dediler.


Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya'nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:


- Vay anasına! dedi, telkinin kuvvetine bak!


Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı,


- Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun? Dedi.


- Görüyorum.


- Ey, o halde telkin ne demek?


- Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.


- Bu mümkün değil.


- Nasıl değil/


Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv'ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki sanatı yanlış gösterdiğini filan anlattı. "Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz. Hemen kaybolur". Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti. Fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Beyden başka kimse uyuyamadı.


Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeğe çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular. Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey annesi, "Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem" demeğe başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak... Bu Sermet Beyin işine gelecek şey değildi. Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, "daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar" diyorlardı. Sermet Bey kontratın, "Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir" maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmağa başladı. Nihayet çıkmağa karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeğe başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş... Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: "Seni hemen oracıkta çarpar!" diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyorlardı. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.


Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Beyin dizleri titremeğe başladı. İçinden, "Ben korkmuyorum, fakat vücudumun korkuyor!" dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayalet hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena halde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Beyi görünce alabildiğince kaçmağa başladı.


Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal, mukabele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Sermet Bey,


- Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm diye zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı.


- Lamba getirin, suratını görelim.


- ...


Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.


- İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?


Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendiyi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı.


Sermet Bey bir kahkaha attı.


Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.


Büyük Hanım,


- Niçin ümmet - i Muhammed'i korkutup deli ediyorsun a efendi?... dedi.


Sermet Bey,


- Onun sebebini ben bilirim! Cevabını verdi.


Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey,


- Haydi bakalım, al eline kalemi!... Yüreğine indirdiklerinin düşürttüğünün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas! dedi.


Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kaleme kaptı. Sermet Bey'in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
"Kiracım Sermet Bey'den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım".


- Hah şöyle!


- ...


imzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti.


Sermet Bey'in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendiye,


- Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! dedikçe, evvelâ sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:


- Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!

Ömer SEYFETTİN. "Perili Köşk". Bütün Hikâyeleri 1, İstanbul: Ötüken, 1974, s. 476-482.

ÖZETİ:
Kalabalık bir ailenin reisi olan Sermet Bey, ailesine uygun bir ev ararken çam ormanının önünde beyaz bir köşk görür. Köşkteki kiralık levhasını bekçiye sorar. Bekçi, köşkün perili olduğunu söyleyerek, tutulmasını tavsiye etmez. Batıl inançlara inanmayan Sermet Bey, ailesine uygun olan bu köşkü tutmak için ısrar eder. Evin sahibi Hacı Niyazi Efendi, önce söylentiler hakkında Sermet Bey’ i uyarır sonra da üç yıllık kirayı peşin alarak köşkü kiraya verir.

Sermet Bey ve ailesi bir hafta sonra köşke taşınır. Bir süre sonra söylentiler gerçek olmaya başlar. Köşkün bahçesinde her akşam beyaz bir hayalet görünüp kaybolur. Tüm aileyi büyük bir korku sarar ancak Sermet Bey böyle şeylere inanmadığından hayaleti yakalamak ister.


Bir gece, ağaçların arasına gizlenip hayaleti yakalar.Beyaz bir çarşafın altından Hacı Niyazi Efendi çıkar.Sermet Bey durumu anlayınca Hacı Niyazi Efendi’ nin eline köşkün altı yıllık kira bedelinin kendisine verildiğine dair imzalanmak üzere bir kağıt tutuşturup sorunu çözer.

KİŞİLER VE ÖZELLİKLERİ:
Sermet Bey : Kırk yaşlarında, hurafelere batıl inançlara inanmayan zevke, eğlenceye düşkün biridir. Evin perili olduğunu duymasına rağmen bu tarz şeylere inanmadığı için evi tutar. Hayaleti yakalamak isteyişinde üç yıllık kiranın peşin ödenmesinin ve ailesine hayalet diye bir şeyin olmadığını göstermek amacının etkisi vardır.
Hacı Niyazi Efendi : Eski bir memurdur. Ev alıp satmakla geçinir. Dürüst, dindar biri olarak tanınır. Ancak hayalet taklidi yaparak kiracılarının kısa zamanda evi terk etmelerine neden olacak kadar çıkarcıdır. Bu yolla evi kısa zamanda birçok kişiye kiralar.

Sermet Beyin Karısı : Kız okulunda piyano öğretmenidir.

Bekçi : Hikayenin başında karşımıza çıkar. Sermet Bey’ i köşk hakkında uyarır.

Sermet Beyin Kızları :

Hizmetçi Artemisya


MEKAN VE ÖZELLİKLERİ:

Olaylar Sermet Bey’ in tuttuğu köşkte geçer. Çam ormanının içinde beyaz, tüm bakımsızlığına rağmen göz alıcı bir güzelliği olan dört tarafı balkonlu geniş bir evdir. 


ZAMAN:
Hikayedeki olaylar iki üç aylık bir zaman diliminde gerçekleşir. Hikayenin zamanı ise cumhuriyet öncesi Türkiye’ nin son yıllarıdır.

YAZAR HAKKINDA BİLGİ: MADDELER HALİNDE TIKLAYINIZ...

PERİLİ KÖŞK HİKAYESİNİN ÇİZGİ FİLMİ SEYREDEBİLİRİSİNİZ...


PEMBE İNCİLİ KAFTAN ÖZETİ,KİŞİLER,YER VE ZAMAN (TAHLİLİ)

Ömer Seyfettin'in enfes hikayes Pembe İncili Kaftan'ın özetine ve incelemesine aşağıdan ulaşabilirsiniz...edebiyatfatihi.net
PEMBE İNCİLİ KAFTAN HİKAYESİNİN
EN DOĞRU KISA ÖZETİ:
Şah İsmail'e gönderilmek üzere bir elçi aranmaktadır.Gönderilecek elçinin yiğit, cesur ve devletin onurunu koruyacak biri olması gerekmektedir.Şah İsmail çok zalim ve gaddar biridir.Divan toplantısında vezir Şah İsmail'in kötülüklerinden bahseder.

Muhsin Çelebi vaktini kitap okumakla geçiren devlete çok bağlı zengin biridir.Elçi arandığını öğrenince sadrazama giderek gönüllü elçi olacağını söyler. Sadrazam önce Muhsin Çelebi'yi deli zanneder. Muhsin Çelebi sıradışı cesur, pervasız, tam aradıkları bir insandır.Muhsin Çelebi elçiliği tek bir şartla kabul eder.Tüm masrafları kendi cebinden karşılayacaktır.Çiftliğini, mandırasını ipotek eder. Adından çok söz edilen, çok pahalı pembe incili kaftanı satın alır. Şah İsmail'in sarayına gider...

                                         

Şah İsmail , Osmanlı elçisini beklemektedir. Sarayında tahtının arkasına cellatlar diker... Muhsin Çelebi gelir ve Şah İsmail'in eteğini öpmeden Yavuz Sultan Selim'den getirdiği fermanı uzatır.

Şah İsmail onun bu gururlu tavrına çok sinirlenir. Muhsin Çelebi bununla da yetinmez.Üzerinde muhteşem kaftanı yere serer ve Şah İsmail'in karşısında kaftanın üstüne oturur. Çıkarken de gururlu bir şekilde kaftanı orada bırakır. Şah İsmail sinirinden hiçbir şey yapamaz.

Muhsin Çelebi her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakmıştır.Ülkesine döndüğünde her şeyini kaybetmiş ; fakat devletinin şanını yüceltmiş biri olarak hayatına devam eder.

www.edebiyatfatihi.net 

ALTERNATİF ÖZETİ:

Safevi Şahı İsmail’in Anadolu içlerinde yayılmaya çalıştığı dönemdir. Önce ideolojik olarak Anadolu insanını etkileyecek, ardından da Anadolu’yu topraklarına ekleyecektir.
Osmanlı Devleti bu hevesinden vazgeçirmek için, Şah İsmail’e defalarca elçi göndermiş, ancak tavrında bir değişiklik olmamıştır…
Hatta Osmanlı elçilerini bazen hapsetmiş, bazen de boynunu vurdurmuştur.

İstanbul’dan son bir elçi daha gönderilecektir, ancak sözünü dudaktan, gözünü budaktan sakınmayan dirayetli, cesaretli, ferasetli biri olması lâzımdır…
Mevcut isimler gözden geçirilmiş, bu işe hiç biri Uygun bulunmamıştır.
Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar: Arandığı gibi bir baba yiğittir, Muhsin Çelebi aranır, bulunur ve huzura getirilir. Sadrazam karşısında eğilmez bile. Temenna edip durur. O kadar minnetsizdir. Durum anlatılır: Padişah kendisinden büyük bir hizmet beklemektedir.
Çelebi, görevi tereddütsüz kabul eder. Ancak bir şartı vardır: Devletten hiçbir şey kabul etmeyecektir. Maiyetini kendi parasıyla düzecek, esvaplarını kendisi diktirecek, kimse karışmayacaktır.
Biraz tuhaf bulunmakla birlikte, Muhsin Çelebi’nin bu şartı kabul edilir.
Muhsin Çelebi hazırlıklara başlar. Osmanlı’yı temsil edecek heyetin içinde yer alacak olanları özenle seçer. Her şey Osmanlı’nın şanına lâyık olmalıdır.
Her birine şık elbiselerini diktirir. Kendisiyle gelecek olanlar boylu-boslu ve güzel giyimli olmalıdır. Heyetteki insanlarla hayvanların kıyafeti, Osmanlı’nın zenginliğini ve ihtişamını yansıtmalıdır, ki Şah İsmail kime meydan okuduğunu anlasın.
Tüm giderleri kendi kesesinden karşılayan Muhsin Çelebi, bütün mal varlığını rehin vererek kendisine pembe incili bir kaftan diktirir.
Kumaşı Hint’ten, incileri Venedik’ten gelen bu kaftanın bir benzeri daha yoktur ve bir servet değerindedir.
Muhsin Çelebi maiyetiyle birlikte yola çıkar ve nihayet Tebriz’e varır. Halk Osmanlı elçilerinin ihtişamını gıptayla seyreder. Şöhretleri kısa süre içinde bütün Tebriz’e yayılır. Osmanlı elçilerinin görkemini anlata anlata bitiremezler.
Sonunda Şah İsmail’in huzuruna alınırlar. Osmanlı elçisinin sırtında o muhteşem, emsalsiz Pembe İncili Kaftan’ı gören Şah İsmail’in dudakları uçuklar. Fakat bir hile düşünmüş, Osmanlı elçisini karşısında ayakta tutmak için salona ne koltuk ne sandalye koydurmuştur.
Muhsin Çelebi, her zamanki haliyle Şah İsmail’in huzurunda dimdik durur. Padişah’ın mektubunu çıkarır, öper, sonra da Şah’a uzatır.
Ardından, oturmak için bakınır. Oturacak yer bulamayınca, Şah’ın kendisini ayakta tutmak istediğini anlar. Bir çırpıda, o kimsenin bakmaya kıyamadığı muhteşem Pembe İncili Kaftan’ı sırtından çıkarır. Bir savuruşta yere yayar ve üzerine bağdaş kurar. Sonra da başlar Osmanlı Padişah’ının mesajını sözlü olarak tekrarlamaya…
Şah şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırmış, donup kalmıştır.
Muhsin Çelebi sözleri biter bitmez ayağa kalkar, kapıya yürür. Şah’ın bir veziri, Çelebi’nin kaftanını yerden toplayıp arkası sıra koşturur:
“Buyurun kaftanınızı unutmuşsunuz.”
Çelebi şöyle bir küçümseyerek Şah’ı süzer ve dudaklarını büzerek şöyle konuşur:
"Saraya gelen büyük bir ülkenin elçisini oturtucak yeriniz yok.Hem biz yere serip üzerine oturduğumuz şeyi, bir daha sırtımıza almayız!Bizden size hediye olsun”
Paha biçilemez kaftanı bırakıp çıkar, ülkesine döner.
İstanbul’da bu hikâyeyi duyan herkes Pembe İncili Kaftan’ın akıbetini merak etmektedir, ama Muhsin Çelebi tek kelime konuşmaz…
Tüm servetini bu göreve hazırlanmak için harcamıştır. Elinde kalan üç-beş kuruşla Üsküdar taraflarında küçücük bir bahçe satın alır ve sebze meyve yetiştirip satarak geçimini sağlamaya çalışır.

HİKAYENİN İNCELEMESİ
ŞAHIS KADROSU VE ÖZELLİKLERİ:

Muhsin Çelebi: Hikayenin baş kahramanıdır. Muhsin Çelebi 40 yaşlarında, namerde muhtaç olmayacak kadar servete sahip akıllı bir insandı. Tek ülküsü “Allah’tan başkasına secde etmemek, kula kul olmamaktı.” Aynı zamanda savaş zamanlarında Kuba bölüklerinde kumandanlık yapan , doğruluktan ayrılmayan, ölümden korkmayan bir yiğittir.

Vezirler: 
Kubbe altı vezirleridir. 


Sadrazam: 
 Vezirlerin başıdır. 


Şah İsmail: 
Kurnaz, zalim, gaddar bir adamdır. İran devletinin şahıdır. 

Kabuller

  • Kişiliği oluşturan değerlerden taviz vermeme: Muhsin çelebi koskaca Osmanlı sadrazamı ve İran şahı karşısında eğilmemiş, el etek öpmemiştir.
  • Sahip olduğu varlıkla böbürlenmeme: Muhsin Çelebi varlıklarıyla övünmemiş, böbürlenmemiş, zayıfları, garipleri hep gözetmiştir.
  • İyi bir vatandaş devleti için her fedakarlığı yapmalıdır: Muhsin Çelebi devleti için bütün varlığını ve hayatını hiçe saymıştır.

Temel Değerler

  • Karakterli olma: Muhsin Çelebi hiçbir zaman şahsiyetinden taviz vermemiştir.
  • Alçak gönüllü olma: Muhsin Çelebi varlıklı olmasına karşın alçak gönüllüğü elden bırakmamış, zayıfları gözetmiştir.
  • Fedakar olma: Muhsin Çelebi devleti için bütün fedakarlıkları yapmıştır. Malından, mülkünden, ailesinden geçmiştir.

Değerlendirme 


Hikayede yazarın kabulleri ile temel değerleri örtüşmektedir. 


ÖMER SEYFETTİN HAKKINDA BİLGİ...MADDELER HALİNDE...TIKLAYINIZ...

PEMBE İNCİLİ KAFTAN ÇİZGİ FİLMİNİ İZLEYEBİLİRSİNİZ...


YALNIZ EFE KONUSU,ÖZETİ,YER,ZAMAN VE KİŞİLER...



YALNIZ EFE HİKAYESİNİN İNCELENMESİ
ÖN BİLGİ:Yalnız Efe, hikayeci olarak bilinen Ömer Seyfettin'in bir roman denemesidir. "Anadolu Romanı" olarak nitelendirilmektedir. Yazar bu eserinde, halk arasında söylenen bir mekıbeden yola çıkmıştır. Eserin yazıldığı yıllarda Yunanlılar İzmir'e girmiş, halk ve aydınlar arasında büyük bir karamsarlık doğmuştu. İşte yazar, haksızlık karşısında mücadele eden bir kadın kahramanı bu eserinde ele alarak okurlarına yeni bir umut vermek istemiştir. Yalnız Efe, çağdaş bir Köroğlu destanı sayılabilir. Gördüğü ilgi üzerine sonraki yıllarda TV filmi olarak da çekilmiştir.

6 Haz 2014

NECATİ CUMALI-AKLIM ARKADA KALACAK HİKAYESİ VE İNCELEMESİ

AKLIM ARKADA KALACAK
Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.
Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız.

3 Haz 2014

İNTİBAH ROMAN İNCELEMESİ...(YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİLDİ, YAZIM HATALARI DÜZELTİLDİ...)

1.      ESERİN ADI                : İNTİBAH 
         A. YAZARI                 : NAMIK KEMAL
         B. BASKI YILI             : 1973
         C. SAHİFESİ                : 128
         D. BASILDIĞI MATBAA : SULHİ BARAN MATBAASI

       A.     ROMANIN ÖZETİ
     İyi yetiştirilmiş bir genç olan Ali Bey, İstanbul Çamlıca'da Mahpeyker adlı "kötü bir kadına" tutulur.Annesi Ali Beyi , bu kadından ayırmak için evine Dilaşup adlı cariyeyi alır.Terk edildiğini anlayan Mahpeyker, Ali Beyden öç almak ister.Mahpeyker, Dilaşup'a iftira atarak Ali Beyi öldürtmek ister.Dilaşup Ali Beyi ölümden kurtarır; ama kendisi ölür.Ali Bey de Mahpeyker'i öldürür ve hapse atılır.Ali Bey daha sonra hapisteyken ölür...

31 May 2014

ELİF ŞAFAK AŞK ROMANININ ÖZETİ,KARAKTERLER VE ÖZELLİKLERİ,KİTAPLA İLGİLİ ELEŞTİRİLER-DEĞERLENDİRMELER




Elif Şafak-AŞK 
· Doğan Kitap

· Basım Tarihi : 03 - 2009
· ISBN : 9786051111070
· Sayfa Sayısı : 420

Arka Kapak Bilgisi

Ya ortasındasındır AŞK'ın merkezinde; ya da dışındasındır hasretinde..
Ella Rubinntain (40) Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi düzenli ve görünüşte 'sorunsuz' bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde editör-asistanı olarak iş bulur; görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir.

16 Nis 2014

NETTE İLK:SAİT FAİK SEMAVER ÖYKÜ İNCELEMESİ(ÖZETİ,OLAY ÖRGÜSÜ,YER VE ZAMAN VE KİŞİLER...)


SAİT FAİK ABASIYANIK / SEMAVER

-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.

Ali nihayet iş bulmuştu.Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.Anası memnundu. Namazını kılmış,duasını yapmıştı.İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu,geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri,ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvelâ uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.

Halıcıoğlu'ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış,bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecr-i kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.

Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan opluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri,içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yanlız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali'miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.


Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali bir kaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler.

Ali, bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir.Onun ustası İstanbul'da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman'dı. Ali'yi çok severdi.

İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda,yani gençlikte idi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selâm vermek üzere idi.

Anası:

-Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!

Ali:

-Allah affeder ana, dedi.

Sonra saf, masum sordu:

-Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.

Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı.

Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yanlız koku,buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıkarken bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.

Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü,camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.

Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak.O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.

Sarıldı.Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı.Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı,yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederinin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?

Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç değildi.

Bilâkis, çehresi eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.

Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız,biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...

Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü.

Fakat ağlayamadı.

Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.

Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.

Kış Haliç etrafında İstanbul'dakinden daha sert,daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler;mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarınıvererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.

Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler, üstünde rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.

Varlık (37), 15 Ocak 1935


HİKAYENİN ÖZETİ:
Kitaba adını veren ilk hikaye, İstanbul’da Halıcıoğlu’ndaki bir fabrikada işçi Ali’nin ,annesiyle geçirdiği mutlu günleri anlatır.Annesinin her gün , sabah ezanıyla kaldırdığı Ali, kızarmış ekmek kokan odada semaverin kaynayışına dalar. Semaver onu her sabah hayata yeniden bağlayan, evlerinin saadeti, büyük bir moral kaynağı haline gelmiştir.Semaver, onun dünyasında içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrika olarak canlanırdı. Ali’nin annesine ölüm, bir misafir,bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi gelir. Ali annesini bir sabah vakti, semaverin başında ölü bulur. Evlerinin saadet kaynağı “Semaver” bir daha kaynamaz o evde.


Hikâyenin Olay Örgüsü 
  •  Ali'nin bir hafta önce işe başlaması, işine gitmesi için annesi tarafından uyandırılması. 
  • Ali'nin  annesi ile birlikte öz değerleri yaşaması. 
  • Fabrika ve nesnelerin kuşatması sonucunda makineleşen, ötekileşenAli'nin  hayat karşısındaki benlik kazanma mücadelesi. 
  • Ali'nin annesinin ölmesi 
  • Ölen anne ve onu hatırlatan semaverin ortadan kaldırılması
KİŞİLER VE ÖZELLİKLERİ:

Ali: Hikayenin başkahramanı, yeni iş bulmuştur, annesiyle birlikte mutlu bir yaşamı vardır, semaver Ali 
için sevgi ve sıcaklığı çağrıştıran dış dünyanın ve sunileşen 
yaşamın karşısında bir sembol gibidir. 
Anne: Ali'nin annesi, hayattan oğlundan başka kimsecikleri olmayan,namazında, abdestinde bir kadındır...
Ali'nin arkadaşları,Ali'nin ustası ve komşu kadın diğer kişilerdir.

Mekan ve Özellikleri:
Hikâyede sadece iki mekân vardır. Bu mekânlardan biricisi “içeri” evdir. Ev 
sıcaklığın, huzurun ve geleneksel değerlerin temsilcisi olarak karşımıza çıkar.Ali
için ev, sıcaklığın, güvenin ve öz değerlerin bütüncül olarak yuvalandığı yerdir. Bu yüzden 
evde mutlu ve huzurludur. Eğer mekân, insanı rahatlatıp çoğaltıyorsa bu tür 
mekânlar, “besleyici” yani geniş mekândır. Ev, temsil ettiği değerler acısından, “besleyici”/ 
geniş mekândır. Çünkü ev, ferdin dış etkenlerden korunduğu mikro bir dünyadır. İkinci 
olarak, karşıt değerleri simgeleyen fabrika “dışarı” gelir. Fabrika, “yutucu”/kapalı bir 
mekândır. Kapalı mekân, insana ıstırap veren, insanı değerleri yıpratan, bir atmosfere sahiptir. 
Bu tür mekânlar insanları, içerisinden kurtulması zor bir labirente iteler.

Zaman ve Özellikleri:
Hikâyede zaman, sabah ve akşam arsına sıkışmıştır. “Sabah ezanı okundu. Kalk 
yavrum. Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi 
kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.” (a.g.e., 142) 
Küçük Adam, sabah ezanı ile uyanır ve işe gitmek için evden çıkar. İşin bitmesiyle 
tekrar eve döner. Sabah ve akşam arsındaki zaman dilimi, makineleşen insanın, iş sürecini 
göstermektedir. Yazar, bu zaman dilimi içerisine bütün insanları dahil eder.. Böylece insanlar, 
sabah ile akşam arsına sıkışmış bir yaşamın mahkûmları olarak karşımıza çıkar. 

Bakış Açısı ve Anlatıcısı:

Hikayenin anlatıcısı her şeyi öncesi ve sonrasıyla bilen İLAHİ BAKIŞ AÇILI HAKİM ANLATICIDIR.

YAZAR HAKKINDA BİLGİ:






13 Nis 2014

DEDE KORKUT HİKAYELERİNDEN UŞUN KOCA OĞLU SEGREK HİKAYESİNİN TAHLİLİ


DEDE KORKUT HİKAYELERİNDEN
Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu 
[Özet]

  Oğuz zamanında Uşun Koca adında birinin iki oğlu vardır. Büyükoğlu Egrek,istediği zaman BayındırHan'ın divanma gelebilmektedir.Aynı şekilde Kazan'ın divanına da her istediği zaman teklifsizce girmekte ve beyleri basarak Kazan'ın önünde oturmaktadır.

8 Nis 2014

GÜN UZAR YÜZYIL OLUR ROMAN ÖZETİ,KİŞİLER VE ÖZELLİKLERİ (TAHLİLİ)




ROMAN BİLGİLERİ:Adı: Gün Olur Asra Bedel (Gün Uzar Yüzyıl Olur)
Yazarı: Cengiz Aytmatov
Çeviren/Uyarlayan: Refik Özden
Sayfa Sayısı: 420
Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Basım Yılı: 2010
Özet
Gece yarısıdır. Tren istasyonunda görevli olan Yedigey, karısının kendisine doğru yaklaştığını görür. Kötü bir haber getirdiğini anlar. Karısı Ukubala, Kazangap’ın evinde vefat et­tiğini, şimdi de yalnız olduğunu söyler. Yedigey, hemen şefe haber vermesini ve yerine birini göndermesini ister karısın­dan. Karısına tüm haneleri uyandırmasını da tembih eder. Bir süre sonra Uzun Adilbay görevi devralmak için gelir. Ye­digey, hanelere doğru yola alırken Sarı Özek adı verilen uzay üssünün bulunduğu yerden ateş hortumu gibi bir şeyin yükseldiğini görür. Kozmonotlar hakkında çok şey duymuş­tur; ama yine de boş bulunarak şaşırır. Bu uzay gemisi Oari-te’de oluşan olağanüstü bir durumdan dolayı gizlice gönde­rilmiştir. Konvansiyon uzay gemisi, Amerika ile Rusya’nın or­tak projesinin ürünüdür. Parite uzay istasyonu kenetlenmeye hazır uzay gemilerine cevap vermemektedir.

2 Nis 2014

TAHİR İLE ZÜHRE HİKAYESİNİN TAHLİLİ (OLAY ÖRGÜSÜ,KİŞİLER,YER VE ZAMAN)

"Tahir ile Zühre" halk hikayesinin tahlili

         “TAHİR İLE ZÜHRE” HİKÂYESİNE GENEL BİR BAKIŞ
       “Tahir ile Zühre” hikâyesi bir zamanlar Anadolu sahasında önem kazanan halk hikâyeciliği geleneğiyle yazılmış, Türk halk hikâyeleri içinde önemli bir yere sahip olmuştur.  Hikâyenin yaratıcısı belli değildir.  Bu hikâye manilerle örülmüş ve saz eşliğinde söylenegelmiştir.
       “Tahir ile Zühre” hikâyesi de diğer halk hikâyeleri gibi sözlü olarak yayıldığından, zaman içinde değişikliklere maruz kalmıştır ve bölgeden bölgeye değişen özellikler göstermektedir.
Hikâyenin gerek yaratılış zamanı gerek yaratılış yeri belli değildir.

24 Mar 2014

ARZU İLE KAMBER HİKAYESİ ÖZETİ,KİŞİLER,YER VE ZAMAN (AYRINTILI İNCELEMESİ)

Türk halk edebiyatında iki aşığın maceralarını anlatan türkülü bir hikayedir. Konusu şöyledir:
Kamber, Horasanlı bir bezirganın oğludur. Kendisi küçükken babası ile anasını haramiler hac yolunda öldürmüşlerdir. Kamber’i babasının adamlarından biri kurtarmış, Arzu’nun babası evlat edinmiştir.

Arzu ile Kamber bir arada büyürler. Arzu’nun babası öldükten sonra, iki gencin birbirine karşı duyguları yavaş yavaş ihtiraslı bir aşk halini alır. Arzu’nun anası onların bu aşkını hoş görmez. Kamber’den kurtulmak için onu bir defasında zehirlemeye kalkarsa da Kamber, sevgilisinin uyarması üzerine, ölümden kurtulur.
Kamber bundan sonra artık evde duramaz, dağlara düşer