Fatih Kutay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatih Kutay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haz 2017

Babam Ba Ba Ba Baaaam

Babam Ba Ba Ba Baaaam 

Fatih Kutay

Bir ürünü  alırken reklamlar sizi ne kadar etkiliyor? Daha önce hiç duymadığınız bir markanın ürününü alır mısınız? Ürünün kalitesi kadar reklamda size vaadettiği özellikler ve reklamla kurduğunuz duygusal bağ da  sizi etkiler mi?

Şu bir gerçek ki günümüz dünyasında reklam bir ürün satışında veya herhangi bir hizmeti tanıtmada çok etkili.  Ne işe yaradığını, nasıl kullanıldığını, nereden alınacağını bilmediğimiz bir ürünü/hizmeti neden alalım ki?

Örneğin, bir otomobil satın alırken, ihtiyaçlarını ve  fiyat aralığını belirlersin. Her şeyi belirledikten sonra sıra arabayı almaya gelir. Aldığın arabanın teknik özellikleri yanında seni nasıl hissetireceği de önemli tabii. İşte reklamlar  burada devreye girer, potansiyel müşteriye ulaşır ve belirli bir arabanın nasıl hissettirdiğini de  bildirir. Bunu yaparken genelde  bilinen, sevilen bir ekran  yüzünü kullanırlar.  



Çok zekice kurgulanmış ve müşteriyi can evinden reklamlar olduğu gibi sanki ürün satılmasın diye yapılmış reklamlar da var. Aklıma ilk olarak bir soğuk çay markasındaki o teyze geliyor aklıma. Sesi ve gülüşü o kadar  itici geliyordu ki   o halleri  psikolojimde  yıkım güllesi etkisi yapıyordu. Bu kadar yer ettiyse bende reklam epey amacına ulaşmış demek. Neticede  reklamın iyisi kötüsü olmaz diye boşuna demiyorlar.   

İyi reklam algısı kişiden kişiye değişiyor. Benim taleplerimi yerine getiren sana uymuyor, sana uyan bana uymuyor. Çok var; ama iyi reklam deyince benim  aklıma THY'nin "Şimdi Memleket Ne Güzeldir" reklamı geliyor. Senaryosu, çekimleri, seslendirmesi o kadar başarılıydı  ki insanın  bir uçak bileti alıp yıllardır görmediği akrabalarına gidesi geliyordu.Hala ara sıra açıp izlerim. ( Şuradan izlenebilir.)

Olumlu örneklere Vam Damme'li Volvo tır reklamını da verebilirim. Reklam Volvo tır satışında ne kadar etkili olmuştur; ama bilmem ama etkileyici bir anlatıma sahip olduğu muhakkak. (Şurada)

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum; ama  bilinen bir şarkıya ürünle ilgili söz yazıp reklam yapmak moda oldu son zamanlarda.  Eskilerden popüler bir parça bul, üstüne iki söz yaz aha da reklam sana. Yaratıcı kreatif fikirler hak getire! 

Buraya kadar okuduysanız yazının başlığıyla yazının içeriği arasındaki alaka uçlarını birleştirememiş olabilirsiniz.Hemen söyleyeyim,  az önce Vatan'ın Babalar Günü reklamını izledim. O her zamanki Vatan ta ta ta taaaan bitiş müziğini  bu kez Babam Ba Ba Ba Baaaam'la değiştirmişler. Hoş olmuş :)

Lafı geçmişken tüm babaların Babalar Günü'nü de kutlayıp yazıyı bitirelim. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

Fatih Kutay

👉Diğer Yazıları İçin Tıklayınız




31 May 2017

Egonu Çeker Misin ?

Egonu Çeker Misin ?

Fatih Kutay

Egoyla mücadele günlük bir savaştır bence. Sadece kutsal hareket değil ego ile mücadele etmek... Biliyorum gündelik ihtiraslarımızdan, insanı kötü yapan kibir ve bencillikten vücudumuzun sol tarafı asla vazgeçmiyor.

Annemizin rahmini tekmelemeye başladığımızda ego doğdu. Fiziksel vücudumuzla özdeşleşmenin ilk hatası, ben'in doğduğu anlamına gelir.

Her şeyin fazlası zarar da "ego"nun değil mi? Aşırı ego insanı sevimsiz hale getirir, fazla ego çevrede antipatik bir etki yapar. Aşırı derecede egolu insanlar göremezler etrafını. Burnundan kıl aldırmazlar. Doğal çevrelerinde günlük insani ilişkilerinde hep bir problem vardır bu kişilerin. İşte bunlar hep yüksek egodan...

Bu yüzden "ego"nun dizginlenmesi gerekir. "Ben"e göre hareket eden insanlar bir zaman sonra bunun kendisine ne kadar zarar verdiğini anlamaz duruma gelirler.

Egonun fazlasını dizginlemek? Peki; ama nasıl ?

Öncelikle basit bir mantıkla hayata karşı duyar  geliştirmeliyiz...Yaşadığın dünyada sadece sen yoksun. Ben varım,  o var,  biz varız: başkası var... Hep "ben", hep "ben" demekle egoyu dizginleyemezsin, mesela  işe biraz da başkalarını düşünerek  başlayabilirsin, nihayetinde dünya senin etrafında dönmüyor değil mi cici şey (!)

Yüksek ego kalın kalın tuğlalarla örülmüş  duvardır, görüşünüzü engeller. Bu yüzden egoluysanız onu çekin de sizi görsünler ...

Fatih KUTAY

6 May 2017

Bekleme yapma !

Bekleme yapma !

Fatih Kutay 

   Ne için yaşıyorsun ki dedim? Amacın mutlu olmak değil mi diğerleri gibi. Böyle bi' göz devirerek baktı. Karamsarlığı üstünde her zamanki gibi. Me'yus ve bedbin... Böyle yabancı sözcükler de iyi duruyor sıfat olarak sıfatına...

   Yine sebepler/bahaneler zırhına büründü. Öyle bir zırh ki attığın hiçbir olumlama  oku  delip geçemez onu. Mızmızlığı üstünde, kasvet yumağı adeta... Her şey, herkes  yanlış da  bir kendisi doğru! Maalesef öyle sanıyor. Ona göre hayatında  hiçbir şey yolunda gitmiyor, yaşadığı yer onu mutlu etmiyor, yaptığı işten tiksiniyor. Çevresinde onu anlayan bir kişi bile yok. Hayat hiçbir zaman yaşamak için  ideal olmadı belki de...




  Şöyle olsaydı ne güzel olurdu, şurada olsaydım belki mutlu olurdum. Off n'apsın hava kapalı, ruhu bedenine ağır geliyor. Çift  camlı pencere içine sıkışmış arı gibi vızıldıyor habire. Mazeretler ülkesinin taçsız kraliçesi!...

  Bir kere olsun mutlu olmak için bahane ürettiğini görmedim. Siz onu boşverin şimdi!

  Mutlu olmak için okula gitmeyi, okulların bitmesini; on kilo vermeyi, beş kilo almayı; evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı; cuma akşamını, cumartesi sabahını; yeni bir araba ya da ev almayı; baharı, yazı, sonbaharı, kışı; yeşil eriğin fiyatının düşmesini , ayın on beşini, şarkınızın radyoda çalınmasını , dizinizin yeni bölümünü, denize girmeyi... beklemeyin.

  Bir parça huzur için beklemeyin! Mutluluk bazen en yakınınızda, bazen de en uzağınızda. Umduğunda ya da ummadığında. Bir bakışta mutluluk isteyebildiğin her yerde...

FATİH KUTAY 

👉DİĞER YAZILARI 

22 Nis 2017

Zafer Algöz- Haşırt Dı Bilekbord Kitabının İncelemesi

ZAFER ALGÖZ - HAŞIRT DI BİLEKBORD 

Fatih KUTAY 

www.edebiyatfatihi.net 

Ne zamandır okumayı planlıyordum... Bugün D&R mağazasına gidince hemen aldım... Oyunculuğunu çok beğendiğim Zafer Algöz'ün Kemal Sunal'dan Sadri Alışık'a Cem Yılmaz'dan Öztürk Serengil'e kadar pek çok ünlü oyuncuyla setlerde, tiyatro sahnesinde ve dost meclislerinde yaşadıklarını ve oyuncu arkadaşlarından duyduklarını anlattığı İnkılap Yayınları'ndan çıkan "Haşırt Dı Bilekbord" adlı kitabından bahsediyorum...


İyi ki de almışım! Kitap 284 sayfa, kitaba başlamamla bitirmem bir oldu... Hani bir solukta okunacak kitaplar vardır ya tam da ondan...

Zafer Algöz'ün Haşırt Dı Bilekbord'u Cem Yılmaz'ın önsözüyle başlıyor... Ünlü stand-upçı kalitesine yaraşır bir önsöz yazmış dostu için...

 Kitaba adını veren Haşırt Dı Bilekbord Zafer Algöz'ün 1986 yılında Çeşme'de tanıştığı Öztürk Serengil'in bir anısı. Bu bölüm çok eğlenceliydi, çok güldüm 😆

Türk sinemasının en önemli komedyenlerin Kemal Sunal'la bir dizi setinde yaşadıkları da tebessüm ettirdi. Sadri Alışık'la ilgili anlattıkları da çok sıcak ve samimi. Sadri Alışık'a hayranlığım bir kat daha arttı...

Ben en çok dünyanın en iyi 100 gitar virtüözü listesine girmiş, 10 Grammy ödülü almış Viva Santana bölümünü beğendim... Kitabı okursanız Viva Santana'ya "virtüöz, büyük star"  denmeden önce neden ADAM dendiğini anlayacaksınız... Gerçekten büyük adammış VİVA SANTANA!

En çok güldüğüm bölüm Ağır Roman filminin çekimlerinde yaşananlar oldu...

Haşırt Dı Bilekbord  Zafer Algöz'ün bilgi ve tecrübesini yansıtan, sinema setlerinde, sahnelerde oyuncuların dünyasına ışık tutan, perde arkasında yaşananları keyifli, sıcak ve samimi bir dille anlatan eğlenceli  bir hatıra kitabı olmuş...Tek olumsuz yanı çabucak bitmesi :))

Bu tarz kitaplardan hoşlanıyorsanız mutlaka okumanızı öneririm...

(Fatih KUTAY)

DİĞER YAZILARI İÇİN TIKLAYINIZ


11 Nis 2017

İnstagram'daki hayatlara imrenip mutsuz olmak

İnstagram'daki sahte hayatlara imrenip mutsuz olmak  

Fatih KUTAY 

 Kendisini az çok tanıdığımı sanıyorum. Takip ettiğimiz bütün ortak İnstagram sayfalarında onun "like"larını görüyorum. Bütün gün elinde telefon, İntagram'da takip ettiği kişilerin fotoğraflarını beğenmekle meşgul. El alemi "stalk"lamak, çoğunlukla sahte dünyaların dondurulmuş mutluluk anlarını "kalplere" boğmak için gelmiş bu dünyaya sanki...

Bir gün yanımdayken "Bütün gün böyle İnstagram'daki fotolara bakmak mı istiyorsun ; yoksa o fotoğraflardaki imrendiğin hayatı yaşamak mı istiyorsun ?" diye sordum. O an  bir aydınlanma yaşayıp  kendini nefret ettiği derslerine adamasını bekliyordum(!) Oralı bile olmadı. Bence ne dediğimi dahi  anlamadı. Tatlı hayaller varken acı gerçeklerle kim yüzleşmek ister ki?

İleride o imrendiği ve mütemadiyen "like"ladığı mutluluk denizinde kulaç atan insanların bana nedense çok sentetik gelen o  fotolardaki  hayatlarına ulaşmak için çalışır mı; yoksa kıyıdan bu mutluluk sörflerini mi izler sanal sörf yaparak bilmiyorum... Ummadığım taşın başımı yarmasını ümit etmekten başka çarem yok.

Tamam ben de sosyal medya kullanıyorum; ama gerçekten beğendiklerimi beğeniyorum, birilerinin hayatına imrenmek de aklımın ucundan bile geçmedi. Ben birilerini beğeneyim de onlar da beni beğensin gibi abuk sabuk bir endişem de hiç olmadı. Hele şu GT (geri takip) olayını hiç çözemedim. Sonraları birilerinden duydum, bazıları sırf takipçi sayısı takip ettiğinden çok  gözüksün  diye takipleşip  kısa bir zaman sonra takipten çıkıyormuş. Vay be! Meğer neler dönüyormuş bu mecralarda? Tabii ikisi arasında uçurum olunca "fenomen" oluyorsun değil mi? Peeh!

Neyse konumuz bu değil...

Sosyal medyadaki imrenilen hayatlar... Neler yok ki! Ultra lüks mekanlar, fahiş fiyatlı menüler, çok klas arabalar, müthiş elbise kombinasyonları, bir gün Londra'da ertesi gün Paris'te olanlar, feci güzel kızlar ve/veya  a-acayip  yakışıklı erkekler, ilişkilerinin 10867. gününü sanki ilk günmüş gibi yaşayıp  vıcık vıcık aşklarını gözümüze sokan çifler, hiç bitmeyen kahkahalar, vur patlasın çal oynasın  hayatlar...

Düşlediğiniz şeyler bunlarsa sürekli  bunları hayata geçirenlerin fotolarına bakıp beğenmek sizi bir müddet sonra mutsuz edecektir. O yokluk ve geç kalmışlık hissi zamanla kronik majör sorunlara da dönüşebilir hafazanallah!

 Sosyal medya, senin  insanlarla kolayca iletişim kurman için var, hiç tanımadığın insanların  paylaşımlarına bakıp iç geçirip mutsuz olman için değil...

24 Ara 2016

Yerli dizilerde yersiz tesadüfler

Tuhaf tesadüflere esir Tanzimat romanı gibi diziler , dizilerimiz...

Fatih Kutay


Ülkemizde o kadar çok yerli dizi var ki hepsini izlemeye kalksan  ömür yetmez... Kimsenin de böyle bir derdi olduğunu sanmıyorum. Bir dizi iki üç bölümde istenilen "reyting"e ulaşmasa yerine hemen yenisi geliyor. Ne ara bu kadar senaryo yazılıyor ne ara bu diziler çekiliyor (hem de özetsiz iki saat) anlamak mümkün  değil...


Bir senarist çıkmazı mı yoksa reyting kaygısı mı maşallah yerli dizilerde tesadüflerden geçilmiyor. Öyle tesadüfler art arda geliyor ki dizinin tüm gerçekliği bir anda yerle bir oluyor , tadı kaçıyor , doğal gerçekliğinden sıyrılıp bambaşka bir hal alıyor dizi. Olay örgüsünde heyecan yaratacağım diye de bu kadar zorlama tesadüfün bir anlamı var mı onu senaristlere sormak lazım!

Hemen burada Ahmet Mithat Efendi gibi araya girip siz değerli okuyucularımı bilgilendirmek isterim... Ey kâri bilmem bilir misiniz Tanzimat romanlarında tesadüfler olayın kırılma noktasını oluşturur ve olay akışı hep bu gerçek hayatta milyonda bir olabilecek tesadüflerle sağlanır. Örneğin İntibah romanında

NE TESADÜFTÜR Kİ babasının ölümünden sonra bunalıma giren  kahramanımız  Ali Bey Çamlıca'ya kafa dağıtmaya  gittiğinde kötü kadın Mahpeyker'le karşılaşır , görür görmez ona vurulur , artık bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir (Hadi bu belki olabilir diyelim)

NE TESADÜFTÜR Kİ ilk yerli roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ta Talat'ı seven Fitnat'a (bu arada esas oğlanla esas kızımız  da tesadüfen karşılaşmışlardır )evdekiler bir hile yapar ve onu Ali Bey denilen bir adamla  nikahlarlar ve yazlığa gidiyoruz diyerek düğün evine götürürler. Gerçeğin farkına varan Fıtnat, kendini Ali Bey'e teslim etmez. Aralarındaki tartışma esnasında Ali Bey, Fıtnat'ın boğazından kopan ve elinde kalan muskayı açıp okuduğunda onun öz kızı olduğunu öğrenir. (Ooof ki ne oooof !)

NE TESADÜFTÜR Kİ, Vatan Yahut Silistre adlı tiyatro eserinde erkek kılığına girerek cepheye sevgilisinin peşinden giden Zekiye finalde kale kumandanı olan Sıtkı Beyin gerçek babası olduğunu oracıkta  öğrenir.

Örnekleri pekala çoğaltmak mümkün. Hadi bu değerli eserler ilk olma özelliği taşıdığı için bu kusurları görmeyelim; ama aradan neredeyse iki yüz yıl geçmiş Tanzimat roman geleneği yerli dizilerimizde daha da abartılı şekilde her dizide farklı bir gariplikle  hortlayarak karşımıza çıkıveriyor.

Ben sadece bir diziyi izlemeye çalışıyorum, Fox'ta yayınlanan Bana Sevmeyi Anlat... Bana Sevmeyi Anlat dizisi daha ilk bölümden itibaren tuhaf tesadüflerle başladı. Başrollerini Kadir Doğulu ve Seda Bakan'ın oynadığı dizide ileride sevgili olacakları besbelli olan Alper (Kadir Doğulu) ve Leyla (Seda Bakan)

NE TESADÜFTÜR Kİ yine bir tesadüf sonucu karşılaşıyor, tabii ki ilk görüşte bir elektriklenme olmuyor ama olsun, ileride deliler gibi aşık olacakları ayan beyan ortada...

NE TESADÜFTÜR Kİ Leyla evleneceği gün damadın (Haşmet-Mustafa Üstündağ) kötü bir adam olduğunu yine bir tesadüf sonucu öğreniyor ve düğünden topuklamak zorunda kalıyor. (ne oluyorsa hep bu kapı dinlemelerinden oluyor )

NE TESADÜFTÜR Kİ Leyla, düğünden kaçarken tesadüfen oradan geçmekte olan Alper'in (Kadir Doğulu) arabasında buluveriyor kendini...

NE TESADÜFTÜR Kİ çalışmak zorunda olan Leyla, İstanbul'da zibilyonlarca  iş yerinden bula bula kendisini bebekten bırakıp giden aslında öz annesi olan muhteris iş kadını Canan'ın yanında buluyor...

NE TESADÜFTÜR Kİ Canan, kızının babasını yıllar sonra yine bir tesadüf sonucu görüyor...

NE TESADÜFTÜR Kİ Canan; Leyla'nın yakın arkadaşı olan  saygın görünümlü mafya babası Haşmet'in düğünden kaçan müstakbel karısı olduğunu yine bir tesadüfle öğreniyor...


Tesadüflerin son yayınlanan bölümüne kadar hepsini yazsam "Sergüzeşt" kalınlığında bir roman olur...

Senaristleri de anlıyorum tabii, şahsen bana versen bir dizinin ilk yarım saatini zor yazarım, her hafta her hafta neredeyse bir sinema filmi senaryosu yazmak zorundalar... Hatta olayı öyle bir kurgulamalılar ki diziyi en can alıcı yerinde bitirip izleyenlerin haftaya da diziyi izlemelerini sağlamaları gerekiyor. Hal böyleyken tesadüfler de işin doğal parçası oluveriyor işte...

Sevgili senaristler, işiniz çok zor biliyorum ve emeğinize sonuna kadar saygılıyım; ama lütfen biraz da olsun biz izleyicileri düşünün ve artık aşk tesadüfleri sevmesin n'olur !

13 Ara 2016

Çamaşır suyunun hastasıyım, hijyenin ustasıyım

ÇAMAŞIR SUYUNUN HASTASI, HİJYENİN USTASIYIM !

FATİH KUTAY /www.edebiyatfatihi.net 

Birçok programını ilgiyle izlediğim TLC'de bayıldığım bir yapım var: Orijinal adıyla Obsessive Compulsive Cleaners, Türkçesiyle "Temizlik Bağımlıları"

Uç noktalardaki insanları bir araya getirmek harika bir fikir. Programda istifçilik yapıp hiçbir eşyayı atmayan çöp ev kıvamında bir evde yaşayan "temizlik düşmanı" insanlarla onların evlerini temizlemeye gelen "aşırı titiz ve hijyen takıntılı" insanlar konu ediliyor.

                                          

 Bu sıradışı program sayesinde evini yıllardır temizlemeyip büyük bir pislik içinde yaşayan insanları da gördüm, buna zıt olarak klozetindeki bakterileri veya bir restauranttaki bardaklardaki mikropları ölçmek için bakteri ölçüm aleti kullanan insanları da... Aslına bakarsınız iki uç noktadaki insanların da ciddi bir terapiye ihtiyaçları var... İki şekilde de hayat gerçekten çok zor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Programın menşei İngiltere'de yaklaşık 3 milyon istifçi varmış. Her birinin evi çöp ev kıvamında. Artık 7 yıldır çarşafı bir kez olsun değiştirilmemiş leş gibi bir yatak mı ararsınız, 16 yıldır hiç süpürülmemiş, dolabının içinde ölü fare bulunan, aldığı hiçbir eşyayı atamayıp eşya dağlarının tüm odayı kapadığı, pencerelerinden güneş sızmayan evleri mi ararsınız neler neler? Tabii bunun tam tersi günde 10 saat temizlik yapan (yok artık ya !) mutfak ocağını diş fırçasıyla en ince detayına kadar pırıl pırıl yapan, simetri hastalığı olup yamuk duran her şeyden rahatsız olan insanlar da var...

Evinde istifçilik yapan insanların ortak özellikleri bu eşyaların bir gün işine yarar düşüncesine kapılmaları. Eski dergiler, kaplar, giysiler, kitaplar, önemsiz e-postalar, faturalar, not tutulmuş ya da liste yapılmış kağıtlar gibi, başka insanlara gereksiz görünen birçok şeyi biriktirmek ya da atmakta zorlanmak, kişinin evinin artık uygun bir yaşam alanı olamayacak kadar çok dağınık olması...

İş ya da sosyal yaşamdaki endişe ve davranış bozuklukları bunlardan sadece birkaçı...

Bu programı izledikten sonra kalkıp temizlik yapasım veya evdeki işe yaramaz eşya varsa onlardan kurtulasım geliyor...

Kısacası bu program öyle sıradan bir temizlik belgeseli değil, insanlık için büyük ibretler barındıran kaliteli bir yapım... Denk gelirseniz izlemenizi öneririm... "Temizlik bağımlıları" Salı günleri 21.30'da TLC'de ekrana geliyor.

12 Ara 2016

BOOOOOZAAAA !!!

BOOOOOZAAAA!!!

Fatih Kutay

Bu aralar hava çok soğuk, haber bültenleri asıl soğuğun ve karın kapıda olduğunu bildiriyor İstanbul için... Böylesi havalarda en çok gri kırçıllı kırmızı ponponlu battaniyemin altında film izlemeyi severim. Çayımı da demler, atıştırmalıklarımı yanıma alır, battaniyemin altına kıvrılırım.

Bu akşam da böyle yaptım. Film izlemek seçmesinden daha az zamanımı alıyor. Her defasında bu kararsızlık beni yoruyor, film yorumları da çoğunlukla beni ters köşe yapıyor. Neyse... Bakalım film saracak mı? Filmin ilk yarım saati sarmıyor, filmi tamamlamakla tamamlamamak arasında müteredditim.

Derken hançeresini yırtar gibi bağıran bir bozacı geçiyor sokaktan, ilk zamanlar bu sesin bozacıya ait olduğunu anlamamıştım. 2016'da sokaktan böyle nostaljik bir sesi duyacağımı da hiç düşünmezdim. Ama oydu, ta kendisi! Anılar, ah anılar bir bozacı nidasıyla bu kadar mı depreşir! Sonra hatıraların iç sesi bozacıyı bu kadar mı bastırır ve o ses artık duyulmaz olur? İzlediğim filmin sahnesine benim hatıra sekanslarım karışıyor sonra, geçmişe kırılıyor zaman, çocukluğuma dönüyorum.

Sıcacık yuvam... Evimizin huysuz ve tembel kedisi sobanın yanında tüm miskinliğiyle yatıyor. Adı geçerse sohbet arasında arada kafasını kaldırıp bakıyor, sonra hayat yine ona güzel... Dert yok, tasa yok, mis gibi! 

Çay kaşığı sesi sobada çıtırdayan odun seslerine karışıyor. Güğümdeki su fokur fokur kaynıyor, loş ışıkta sobadan tavana yansıyan dalgalı ışıklar belli belirsiz görüntüler oluşturuyor. En çok da kestane hoşuma gidiyor o anlarda, bir de sabah sobayı günümüz ekmek kızartma makineleri gibi kullanıp nar gibi kızarttığımız ekmeğe halis mulis tereyağı sürüp yemesi. Çok az kanallı tv.de ailecek seyredebileceğimiz programlar... Komşular bizde, sohbetlere kahkahalar karışıyor, komşu annemiz elmasını sobada biraz ısıttırmadan yiyemiyor. 

Seviyorum böyle sıcak aile ortamlarını, bu samimi his hoşuma gidiyor. Aile sıcaklığı... Hatırası bile içimi ısıtıyor şimdi...

28 Kas 2016

Pazartesi sendromunu aş da gel!

PAZARTESİ SENDROMUNU AŞ DA GEL 

Fatih Kutay

Günler birbirinin aynısı aslında, onlara özel anlamlar yükleyen insanların kendisi... Haftanın ilk günü veya son günü, doğum günleri, evlilik yıldönümleri, kredi kartının son ödeme günü, maaş günü vb.

Pazartesi gününden çoğu insan nefret ediyor. Halbuki o da Allah'ın sıradan bir günü işte! Hafta sonu rahatlığı yerini yoğun bir iş temposuna bırakacak, 
yeni haftada geçen haftadan biriken bir sürü iş, yapılacak onca şey veya yeniden okula gitmek... Bu düşünceler haftanın ilk gününün nefret objesi olmasına neden oluyor ve bu nefret bazılarında sendroma dönüşüyor.

Haftanın ilk günü evden işe giderken insanları gözlemliyorum. Çoğunlukla mutsuz bir kalabalığın içinden geçiyorum sanki. Çalışanlar, 
öğrenciler haftasonuna sığmamış yaşamlarının hayal kırıklığıyla bu kalabalığın içinde zorunda oldukları yere doğru giderler. Özellikle sabah erken kalkmanın hele ki bu soğuk günlerde sıcacık yataktan çıkıp işe veya okula gitme zorunluluğu yok mu? Herkes bu mecburi istikametin mızmız bir yolcusu ve herkes bu kısır döngünün kurbanı sanki...

                                          

Bu kadar negatif olmaya ve bu sıradan güne "sendrom" anlamı yükleyip kendimizi heder etmeye lüzum var mı şimdiden? Şimdiyi yaşamak benim yapılacaklar listemin her zaman başında yer alır. Geçmişi geçmişte bırakır, geleceğe pozitif odaklanırım ve "an"ın değerini bilirim. Eğer "şimdi" burada olabilirsek ne kadar güçlü olduğumuzu fark edebiliriz...

Herkese iyi haftalar , bir dahaki yazıda buluşmak üzere...

                                                  





12 Eki 2016

GÜNÜN YORGUNLUĞUNA, KIRGINLIĞINA ŞİFA VE HUZUR NİYETİNE...


GÜNÜN YORGUNLUĞUNA , KIRGINLIĞINA ŞİFA VE HUZUR NİYETİNE...

FATİH KUTAY yazdı

Günün haralası gürelesi içinde akşama doğru çöken o yorgunluk hissi... O anda evinize gidip sıcak bir duş alıp birazcık uyuma isteği... İster öğrenci olalım ister çalışan (gerçi öğrencilik de ağır işçilik ) yoruluyoruz...

Hayat hepimizi yoruyor, yediden yetmişe, kadın, erkek, zengin fakir, çalışan, evde oturan ayrımı yapmaksızın hepimiz aynı çemberin içindeyiz. Mücadele edip, hayat denilen bu hırçın denizde boğulmadan dimdik ayakta kalmaya çalışıyoruz... Gün içinde deniz bazen durgun oluyor bazen de oldukça fırtınalı...

Bir arkadaşımız kırıyor bazen bizi, bazen de biz onları kırıyoruz lafımızın nereye gideceğini bilmeden... İstediğimiz kadar dikkat edelim bazen terslikler, şanssızlıklar gelip onca insan içinden bizi buluyor. Şanssızlık paratoneri gibi çekiyoruz tüm negatif enerjileri üstümüze... Sorguluyoruz, "neden ben?" diye soruyoruz. Özeleştiri becerisine sahip insanlarsak suçu kimseye ve hiçbir şeye atmadan cevabı bulabiliyoruz.

Ben hayat bizi yoruyor diye olayı günahsız soyut bir kavrama yükledim; ama işin doğrusu hiç öyle değil. Hayat falan değil bizi yoran bizzat muhatap olduğumuz insanların kendisi.

Kırıyorlar, incitiyorlar, silindir gibi ezip geçiyorlar...Verdiğiniz değere göre kırılma katsayınız artıyor.

Kendimi kırgın, yorgun ve yalnız hissettiğim zamanlarda kafamı dağıtmak için çeşitli meşgaleler buluyorum. Herkesin kendine göre bir deşarj şekli vardır muhakkak. Ben müzik limanına sığınıyorum böyle anlarda...

Sizi bilmem; ama ben ne tv.deki senaryoları hep aynı olaylar üzerine gidip gelen saçma sapan bir diziyi takip ediyorum ne de başka bir programı. Tv.yi genellikle radyo olarak kullananlardanım. Eğer kafamı dağıtmak istiyorsam ve ortamda gerçekten kaliteli bir ses duymak istiyorsam uzun zamandır dinleyicisi olduğum Radyo Voyage kanalını açıyorum.Şu anda olduğu gibi... Bana eşlik ediyor ve beni gerçekten çok mutlu ediyor.

Radyo Voyage dünyanın müziği eşliğinde dinleyicisini kıtalar arasında dolaştıran Türkiye'nin en kaliteli radyolarından biri bence. Evrensel müziğin akışı içinde içinde bulunduğunuz ruh halinden sizi alıp uzak ülkelere götüren tınılarla dolu...Kafa dağıtmak için birebir ...Tavsiye olunur ;)

Fatih KUTAY/edebiyatfatihi.net