23 Ara 2014

EN GÜZEL NASRETTİN HOCA FIKRALARI

Reklamlar

SON ÜMİT


Nasreddin Hoca merhumun biricik varlığı olan sevgili eşeği bir gün kaybolmuş. Kendi mi başını alıp bir yere gitmiş, yoksa hayvanı biri mi aşırmış, bilmiyor.
Tabiî şuna buna soruşturmaya, aramaya koyulmuş. Kırlara doğru açılmış. Bir taraftan da bir türkü söylemeğe başlamış.
Böylece dolaşıp dururken bir tanıdığına rastlar.
Tanıdığı:
— Hoca, böyle türkü çağıra çağıra nereye gidiyorsun? diye sorar.
Hoca merhum da eşeğini kaybettiğini, onu aramakta olduğunu söyler. Ahbabı:
— Bu ne iştir Hoca Efendi? Benim bildiğim, insan eşeğini kaybetti mi, feryat eder, ağlar, dövünür. Sen ise türkü söylüyorsun!
Hoca, kendisine önündeki tepeyi gösterir.
— Bir ümidim şu dağın ardında kaldı. Eşeğimi orada da bulamazsam o zaman siz dinleyin bendeki feryadı! cevabını verir.



HOCA'YA OYNANAN OYUN


Nasreddin Hoca'nın eşeği ölür. Tabiî yeni bir eşek alması gerekir. Şimdi otomobile alışan bir kimse nasıl yayan gezemezse, eskiden de eşeğe, katıra alışan bir kimse, eşeksiz olamazdı. Merhum Hoca da bunlardan biri olduğundan yeni bir eşek almak üzere çarşıya gider.
Bakar, biri eşeğini satıyor. Gözden geçirir, hayvanı beğenir. Pazarlıkta da uyuşurlar, böylece eşeği satın alır. İpinden çekerek evinin yolunu tutar.
Durumu gözden kaçırmayan iki külhanbeyi. Hoca'ya bir oyun oynamaya karar vererek aralarında sözleşirler. Hoca'nın peşine düşerler. Biri eşeğin boynundaki ipi Hoca'ya sezdirmeden kendi boynuna bağlar. Diğeri de eşeği aldığı gibi yeniden satmak üzere pazarın yolunu tutar.
Hoca, tam evinin önüne gelince, bir de bakar ki eşek kaybolmuş. Yerinde bir genç var.
— Kimsin sen? diye sorar. Külhanbeyi boynunu büker:
— Ah, hiç sorma Hoca Efendi, der. Geçenlerde annemin kalbini kırarak bir eşeklik yaptım. Annem de bana: «İnşaallah eşek olursun!» diye inkisar etti. Hemen insanlıktan çıkarak eşek haline geldim. Şimdi öyle sanıyorum ki, annem hasretime dayanamayarak inkisarını geri aldı. Ben de yeniden insan haline geldim. Bunda şüphe yok ki kerametli varlığınızın da tesiri olmalı!
Hoca, bu durum karşısında gencin boynundaki ipi çözer:
— Peki, git de, bir daha annenin gönlünü kırma! der.
Ertesi sabah yine bir yerden bir para uydurur. Pazara giderek yeni bir eşek aramağa başlar.
Bir de ne görsün? Dün aldığı eşek yine satılmıyor
mu?
Hemen eşeğe yaklaşır, kulağına eğilir:
— Seni gidi çapkın! der. Annene karşı yine nasıl bir eşeklik yaptın?


MAKSADI BAŞKAYMIŞ!..


Nasreddin Hoca merhum, eşeğini huysuzluğu yüzünden satmağa karar vererek pazara götürür... Hayvanı cambaza teslim eder.
Bir müşteri gelir, dişine bakmak ister; eşek hart diye ısırır.
Bir başkası kuyruğuna bakayım derken çifteyi yer.
Hayvan kimseyi yanına yaklaştırmaz. Kimsenin kendisini muayene etmesine izin vermez. Cambaz da gelir, hayvanın yularını Hoca'ya teslim eder:
— Senin hayvanın çok huysuz, der. Kimse bu hayvanı satın almaz.
Nasreddin Hoca, eşeğini satamayacağını anlayınca:
— Esasında ben de onu satmak için getirmiş değilim, der. Maksadım Ümmeti Muhammedin benim ondan neler çekmekte olduğumu görüp anlamasıdır.


«AKÜN VARSA DEREYE KOŞ!»


Eski devirlerde kömür pek bilinmediğinden ateş odunla yakılırdı. Kış için de halk yazdan civardaki dağlardan ağaç keser, bunları istif ederek kış için saklardı.
Hoca da fırsat buldukça baltasını alır, eşeğini önüne katar, yakın dağlara giderek odun keserdi.
Bir gün yine böylece dağa çıkmış. Dolaşırken, çıra haline gelmiş bir çam köküne rastlar. Çıra, oduna nisbetle çok daha kıymetli olduğundan sevinir. Kökü parçalar. Eşeğine de güzelce yükleyerek evin yolunu tutar.
Fakat yolda bir ara, çıranın iyi cinsten olup olmadığını merak eder. Çakmağını çakar, çıraya tutar. Bir iki defa üfleyince, kav haline gelmiş bulunan çıra birden alev alır. Söndürmek ister, söndüremez. Alevler bir anda bütün yükü kaplar. Ürken eşek de, sağa sola çifteler atıp anırarak koşmağa başlar.
Tabiî Hoca'yı da bir telâş alır. Yaklaşamadığı eşeğinin arkasından koşarken, bir taraftan da:
— Aklın varsa dereye koş! diye haykırmaya başlar.


«BEN BİLMEMİŞ OLAYIM!»


Eşek denilen faydalı hayvanı, insanlar hernedense çok hor görürler. Halbuki zavallının tek kusuru, biraz inatçı olmasından ibarettir. Yoksa kanaatkar, cefakeş, çalışkan biT mahlûktur. Sıpa iken de çok sevimlidir.
Ama bir defa inadı da tuttu mu, mübarek insanı
deli eder.
Nasreddin Hoca merhumun eşeği de bir gün inatçılık eder. Hoca onu bir güzel döver. Ahıra bağladıktan sonra da oğluna yüksek sesle:
— Şu hayvana ne yem, ne de su ver! Açlıktan gebersin, der.
Ama ahırdan çıkar çıkmaz hemen oğlunun kulağına eğilir:
— Ben mahsustan, onu korkutmak için böyle söyledim. Sakın hayvanı aç ve susuz bırakma! Sen yine de yemini, suyunu ver! der.


NEFT YAĞI


Nasreddin Hoca'nın eşeği ihtiyarlamış. Eski kuvveti ve dinçliği kalmamış. Hoca ise işin farkında değil,. Eskiden dağdan köye bir saatte gelirken, bu mesafeyi iki saatte almaya başlamış.
Bir gün bunu bir ahbabına dert yanmak için söyleyince, ahbabı:
— Eşeğin gerisine biraz neft yağı sürecek olursan hemen canlanır. Hızla kaçar, demiş.
O da bunu tecrübe etmiş. Hakikaten canı yanan eşek, dağdan eve, bu sefer yarım saatte gelivermiş.
Hoca, derdine derman bulduğu için memnun. Ertesi sabah yine oduna gitmiş. Odun kesip hayvana yüklemiş. Ama bu sefer kendisi de bir dermansızlık duymaya başlayınca, neft yağını eşeğine sürdüğü gidi, kendisine de sürmeye karar vermiş.
Bu tecrübeyi yapar yapmaz canı fena halde yandığından, başlamış koşmaya... Eşeğinden önce evine varmış. Karısına:
— Ben göle koşuyorum. Olan oldu. Eşek gelince ona da söyle, o da başının çaresine baksın! demiş.


«KİM VERECEK OTİ?»


Hoca, eşeğine yem ve Su vermek işinde karısıyla sık sık kavga edermiş. Kadın ev işlerinden yorulduğunu, bu işin erkek işi olduğunu, bu nedenle eşeğe otunu kocasının vermesi gerektiğini söylenmiş. Hoca da hiç hoşlanmadığı bu işi karısına yüklemeye çalışırmış.
Bir akşam yine bu yüzden tartışmışlar. Hoca, eşeğe ot vermeyeceğini kesin olarak söylemiş. Karısı da inat etmiş, ben de vermem demiş. Bu yüzden eşek o gece aç kalmış.
Ertesi günü de iki taraf inadından vazgeçmemiş.
Zavallı eşek yine aç kalmış.
Üçüncü günü eşeğin bu inat yüzünden açlıktan öleceğini anlayan Hoca dayanamamış:
— İyi ama karı! demiş. Sen zoti, ben zoti! Kim verecek bu hayvana oti?


NASREDDİN HOCA VE TİMURLENK


Timurlenk Anadolu'ya gelip de Yıldırım Bayazıd'ın ordularını perişan ettikten sonra Akşehir'e gelmiş ve orada bir müddet kalmıştır. Orada da Nasreddin Hoca ile tanışmış, nüktelerinden çok hoşlanmıştır. Denebilir ki, Nasreddin Hoca, hoş buluşları ve nükteleri sayesinde Akşehir'i Timurlenk'in hışmına uğramaktan kurtarmış, böylece hemşerilerine büyük iyilikler yapmıştır.
Timurlenk, Nasreddin Hoca'yı tanıyınca ve kendisinden hoşlanınca, ilk iş oiarak cesaretini ölçmek ister.
Kendisini bir meydana diker ve ellerini yanına açarak öylece durmasını emrettikten sonra usta okçularından birine gerekli emri verir.
O da yanına bir ok sürerek yirmi adımdan bir ok atar. Ok Hoca'nın sağ koltuğunun altından cübbesini delerek geçer. Yaya ikinci bir ok süren okçu, ikinci oku da Hoca'nın sol ko!tuk altından geçirir. Üçüncü oku ile sarığını delip düşürür.
Bütün bu tehlikeli tecrübeler yapılırken, Nasreddin Hoca, yerinden bir parmak bile oynanmayınca, Timurlenk onun cesaretine hayran kalarak bol bir ihsanda bulunur. Aynı zamanda da kendisine yeni bir cübbe ile sarık verilmesini emreder.
Bu emirler yerine getirilirken Hoca merhum Timurlenk'e:
— Emredin de şu fakir Hoca'ya bir de çakşır (Şalvar) versinler! der.
Timurlenk:
— Ne münasebet? diye karşılık verir. Sadece cübben ve sarığın zarar gördü. Tarafımızdan çakşırına bir zarar getirilmiş değil ki...
Nasreddin Hoca başını sallar:
— Evet, doğru söylersiniz. Sizin tarafınızdan çakşırıma bir zarar gelmedi ama, kendi tarafımdan çok büyük bir zarara uğradı. Onun için emredin de bir temiz çakşır versinler!
Timurlenk güler ve Hoca'ya bir de yeni çakşır verilmesini emreder.


NEDEN ŞÜKREDERMİŞ?


Timurlenk, Nasreddin Hoca'dan pek ziyade hoşlandığı için kendisiyle sık sık buluşur, konuşurmuş. Hoca da her istediği zaman Timurlenk'in huzuruna çıkabilirmiş.
Bir sabah yine kendisini ziyarete karar vermiş. Ve bir sepet dolusu ayva alarak yola çıkmış. Yolda bir arkadaşına rastlamış. Arkadaşı ona nereye gittiğini sorunca, o da Timurlenk'i ziyatere gitmekte ve ona ayva götürmekte olduğunu söylemiş.
Arkadaşı:
Bana kalırsa sen ona ayva değil de incir götür, demiş. Timurlenk inciri çok seviyormuş.
Nasreddin Hoca bu tavsiyeyi tutmuş, ve ayvaları bırakarak sepetini incirle doldurup Timurlenk'e
götürmüş.
O sabah Timurlenk biraz keyifsizmiş. Canı bir şeye sıkılmış olduğundan Nasreddin Hoca'ya yüz vermemiş. Sepetten aldığı incirleri de birer birer alarak Hoca'nın suratına atmaya başlamış.
Nasreddin Hoca suratına olgun incirleri birer birer yerken yüksek sesle durmadan Allah'a şükredermiş.
Onun bu davranışı Timurlenk'in gözünden kaçmamış ve merakla:
— Bre suratına incirleri yerken ne şükreder durursun? diye sormuş.
Nasreddin Hoca cevap vermiş:
— Ben devletlime ayva getiriyordum. Yolda bir arkadaşa rastladım. Ve onun tavsiyesiyle size ayva yerine şu incirleri getirdim. Ya onu dinlemeyerek devletlime ayvaları getirseydim, yüzüm gözüm ne hale gelirdi? İşte bunu düşündüğüm içindir ki Allah'ıma şükrediyorum.


TEK AYAKLI KAZLAR


Nasreddin Hoca yine bir gün karısına bir kaz pişirterek bunu alır ve hediye olarak Timurlenk'e götürür. Ama yolda dayanamaz, kazın bir ayağını yer. Timurlenk güzelce kızartılıp pişirilen kazdan memnun kalır. Ama bunun bir ayağının noksan olduğunu görünce:
— Bu kazın pbür ayağı ne oldu? diye sorar. Hoca şaşırır, şöyle bir etrafına bakar. Az ötede
birkaç kazın tek ayakları üzerinde tünemiş olarak güneşlendikleri gözüne ilişince:
— Bizim Akşehir'de kazlar tek ayaklıdır devletlim! der. İnanmazsanız bakınız!
Tabiî Timurlenk bunu yutmaz. Adamlarından birine kazları kovalamasını emreder.
Adam elindeki çomakla kazlara vurunca, kazlar, öbür ayaklarını da meydana çıkararak kaçmaya başlarlar. O zaman Timurlenk:
— İşte yalanın ortaya çıktı. Hoca, der. Hani kazlarınız tek ayaklıydı?
Nasreddin Hoca hemen cevabını yapıştırır:
— O çomağı ben de yesem, dört ayaklı olurdum!..


BUZAĞI İKEN KOŞARMIŞ


Timurlenk boş vakitlerinde ordusunu tâlim ettirir ve hem oyun, hem de bir çeşit cenk tâlimi olan cirit oynatırdı.
Bir gün cirit oyununa Hoca'yı da davet eder. Bir hayvana binerek öyle gelmesini tembih eder.
Nasreddin Hoca merhumun ise böyle taraklarda bezi olmadığından kötü bir düşünceye dalar. Ne yapacağını bir türlü kararlaştıramaz. Nihayet ertesi günü çift sürdüğü öküzünün sırtına atlayarak ciridin oynanacağı meydana gelir.
Herkes yerinde duramayan, rüzgâr gibi koşan yağız atlarda iken onun böyle hantal bir öküzün sırtında gelişi, Timurlenk'i fena halde kızdırır:
— Hoca! der. Cirit oyunu için çok hızlı koşan, gayet atik hayvanlara binmek gerekirken sen ne diye bu hantal ve zayıf öküzle geldin?
Nasreddin Hoca boynunu büker:
— Yallah devletlim! der. Son yıllardaki halini bilmiyorum ama, ben onun buzağı iken ne kadar çevik olduğunu bilirim. Öyle koşardı ki ona at değil, kuş bile yetişemezdi.


EŞEK OLMAK GEREKİRMİŞ


Akşehir halkı, gazabından fena halde korktuğu Timurlenk'i memnun etmek için bir çare ararlar. Sonunda kendisine güzel bir eşek hediye etmeye karar verirler.
Eşeği kendisine takdim edecek heyet arasında tabiî Nasreddin Hoca'ya da ödev verirler. Bunlar güzelce süsledikleri eşeği önlerine katarak Timurlenk'in huzuruna gelirler.
Timurlenk bu hediyeyi küçümser gibi görününce, sıra ile herbiri hayvanın bir tarafını medhe koyulur.
Kimi çok sağlam bir hayvan olduğunu, kimi dörtnala giderken bile sırtında kahve içilecek kadar insanı sarsmadığını, kimi cinsinin pek makbul olduğunu ileri sürer. Ama bu sözlerin hiçbiri Timurlenk'in ilgisini uyandırmaz. Herkes bu cihangir komutanın birdenbire öfkelenmesinden korkmağa başlar. •
Nasreddin Hoca bakar ki hava kötü, hemen atılır:
— Ben de bu mübarek mahlûkun gözlerinde büyük bir zekâ görüyorum; der. Bana öyle gelir ki, kendisine öğretilse, kısa zamanda okuma bile öğrenebilir.
Bu söz, Timur'un birden ilgisini uyandırır:
— Bu eşek okuma yazma öğrenebilir öyle mi?
— Bundan şüphem yoktur devletlim!
— Pekâlâ! Seni bu eşeğe okuma öğretmeye memur ediyorum. Ama eğer kendisine bunu öğretemeyecek olursan kellen de gider. Bunu da bilmiş ol!
Herkes acıyarak Hoca'ya bakarken, o istifini bozmaz...
— Başüstüne! Ancak bunun için eşeğin bana teslim edilmesini ve on beş gün de mühlet verilmesini isterim.
— Kabul!
— Bu işin bir mikdar masrafı olacak...
— Ne lazımsa verilsin!
Nasreddin Hoca da parayı cebine atar, eşeği önüne katarak evinin yolunu tutar. Yolda arkadaşları ne yapacağını sorarlar, ama o hiç birine cevap vermez.
On beş gün dolar. Hoca da kolunun altına bir kara kaplı kitap sıkıştırarak eşek önünde, Timurlenk'in divan kurduğu yere gelir.
Timurlenk:
— Oldu mu? diye sorar.
— Evet devletlim!
— Demek ona okuma öğrettin?
— Evet efendim!
— Pekâlâ, göster marifetini!
Etraf büyük bir meraklı kitlesiyle sarılmıştır. Timurlenk'in arkasında da baş cellâdı palasını sıyırmış beklemektedir. Hiç kimse Hoca'nın bu işi becerebildiğine inanmamakta, ona şimdiden acımaktadır.
Nasreddin Hoca kitabı eşeğin önüne koyarak çekilir.
Eşek o zaman hemen burnu ile kitabı açar ve dili ile sahifeleri çevirmeğe, aynı zamanda da anırmağa başlar.
Herkes şaşırmıştır.
Timurlenk de bunlardan biridir. Yanındaki müşavirine döner:
— Bu işe ne dersin?
Nasreddin Hoca'nın düşmanı olan müşavir:
— Bu ne biçim okuma? Eşek sahifeleri çeviriyor ama sadece anırıyor. Ne dediği, yahut ne okuduğu anlaşılmıyor, der.
Timurlenk Hoca'ya döner:
— Ne dersin bu söze? Hoca tereddüt etmez:
— Aman devletlim! der. Nihayet eşek bu... Onun ne dediğini, ne okuduğunu anlayabilmek için eşek dilini bilmek gerekir.
Cevap Timurlenk'in hoşuna gider. Nasreddin Hoca'ya yüklü bir mükâfat verdikten sonra bu işi nasıl başardığını sorar.
İyi bir mükâfat alan ve Timurlenk'in hiddetinin geçtiğini gören Hoca anlatır:
— Efendimiz! İlk iş olarak verdiğiniz harçlıkla bolca arpa aldım. Arpaları bu kitabın sahifeleri arasına yerleştirdim. Birkaç gün sahifelerini elimle açarak eşeğe arpaları yedirdim. Buna çabucak alıştı. Ve arpaları yeyip karnını doyurmak için sahifeleri diliyle çevirmeyi öğrendi. Son iki gün ise onu aç bıraktım. Burada huzurunuzda kitabı görünce, içinde arpa bulunduğunu sanarak bunun sahifelerini çevirmeye koyuldu. Bir şey bulamayınca da acı acı anırmağa başladı. Mesele bundan ibarettir.
Nasreddin Hoca'nın göstermiş olduğu zekâ, Timurlenk'in o kadar hoşuna gider ki, kendisine bir mükâfat daha verir. Böylece Nasreddin Hoca zekâsı sayesinde hem Akşehirlileri Timurlenk'in gazabından kurtarır, hem de bol bol ihsana nail olur.


FİL HİKÂYESİ


Timurlenk'in bütün İran'ı, Kafkasya'yı ve Anadolu'yu zapteden ordusunda filler de vardı. Timurlenk Akşehir'e gelip burasını beğenince ve kalmağa karar verince, bu fillerden birini de oraya getirtir.
O zamana kadar hiç fil görmemiş bulunan Akşehir halkı önce bundan memnun kalır ama, fil harman yerlerini, bostanları, bahçeleri silip süpürmeye başlayınca, herkesi bir düşüncedir alır. Mübarek hayvan doymak nedir bilmiyor.
Bu durum karşısında aralarında toplanıp ne yapacaklarını düşünmeye başlayan Akşehir halkı, sonunda bir heyet halinde Timurlenk'in huzuruna çıkarak ondan fili geri aldırması için ricada bulunmaya karar verirler.
Tabiî bu heyete girmesi için Nasreddin Hoca'yı da zorlarlar. Nasreddin Hoca da ister istemez hemşerilerinin ricalarını kabul eder.
Heyet yola çıkar. Fakat Timurlenk'in bu işe fena halde kızmasından da korkmaktadırlar. Adamın sağı solu yok! Hepsini birden cellâtlara teslim etmesi işten bile değil.
İşte bu korku yüzünden yolda birer ikişer sıvışmaya başlarlar. Tam karargâha varınca, Timurlenk'in büyük bir hiddet içinde bangır bangır bağırmakta olduğu duyulur. Bunu duyan diğerleri de kaçışmaya başlayınca, Nasreddin Hoca kendisini sert cihangirin karşısında tek başına bulur. Timurlenk onu görünce:
— Yine ne istiyorsun bre Hoca? diye gürler. Timurlenk'in bu sorusu karşısında Nasreddin Hoca
hemen titremeye başlar.
— Şey devletlim! diye kekeler. Akşehir halkı kullarınız beni gönderdiler de...
— Ne diye gönderdiler? Ne istiyorlar?
— Şu mübarek fil için...
— Ne olmuş file?
Nasreddin Hoca, hakikati söyleyecek olursa Timurlenk'in öfkeleneceğini hemen anlayarak:
— Hiddet buyurmayın devletlim! diye konuşur. Kullarınız bu mübarek hayvandan pek memnun. Kendisini pek sevdiler. Ancak burada yalnız olmasından üzülüyorlar. Acaba bir dişisi de getirilse, burada üreseler diye ricada bulunuyorlar.
Bu sözler, Timur'un hiddetini yatıştırır:
— Pekâlâ, söyleyeyim, getirsinler! cevabını verir. Timurlenk'in huzurundan hemen çıkan Hoca, kan
ter içinde şehire dönerken, yolda sıvışan ve kendisini yalnız bırakan hemşerileri hemen etrafını alırlar:
— Oldu mu Hoca? Timurlenk şu belâlı hayvanı buradan uzaklaştırmaya razı oldu mu?
Nasreddin Hoca onlara ters ters bakar. Arkasından da şu cevabı verir:
— Siz ne diyorsunuz? Yakında dişisini de getirtiyor.
Burada üreyecekler! O zaman göreceksiniz gününüzü!
Ve hiddetle evinin yolunu tutar.


HOCA'NIN OK ATIŞI


Timurlenk, keyifli bir gününde Nasreddin Hoca'yı alarak askerlerinin ok talimi yaptıkları yere götürür. Orada konuşurlarken, Nasreddin Hoca övünmek için bir zamanlar kendisinin ok talimi yaptığını, ok atmakta çok usta olduğunu söyleyecek olur. Bu sözle yakından ilgilenen Timurlenk, Hoca'ya bu ustalığını isbat etmesini emreder.
Hoca ne yapsın? Söz bir defa ağzından çıkmış. Geri almak da olmaz. Hemen eline sürülen yay ile oku alır. Hedefin karşısına geçer. Oku yaya sürer. Hedefi nişanlar, oku atar.
Ok, hedefin çok uzağına düşünce:
— İşte ilk talime başladığım vakit, oku böyle atar, hedefi bir türlü tutturamazdım, der.
Hemen yaya ikinci bir ok sürer. Bunu da atar. Bu ok da hedefi bulamayınca:
— Ama ben yılmadım. Okları bu şekilde hedefe eriştirememekle beraber, bu işe her gün devam etmekte kusur etmedim, der.
Üçüncü oku da çabucak yaya sürüp fırlatınca, bu sefer ok nasılsa hedefin tam ortasına saplanır. O zaman mağrur bir tavırla yayı sahibine verir:
— Sonunda da gördüğünüz gibi oku hedefin tam ortasına saplamaya başladım. İşte Hoca attı mı, böyle atar!


HOCA VE ÂLİM


Akşehir'e nasılsa dünyanın büyük bilginlerinden biri gelir. Ve şehrin en bilgini kimse onunla münazara yapmak istediğini söyler.
Timurlenk gelip yerleştikten sonra, bütün bilginler kaçıp gitmişler. Halk bu ünlü bilginle Nasreddin Hoca'yi karşılaştırmaktan başka çare bulamaz. Hoca'ya yalvarıp yakarırlar, o da sonunda bu bilginle karşılaşmaya razı olur.
Münazara, Timurlenk'in huzurunda yapılacaktır. Ancak iki münazaracı birbirlerinin dillerinden anlamadıklarından, bu işi işaretle yapacaklardır. Bu yolda anlaşırlar.
Yabancı bilgin önce yere bir daire çizer, bekler.
Nasreddin Hoca hemen bunu ikiye böler. Sonra dörde ayırıp üçünü kendi tarafına çeker gibi yapıp, dörtte bir kısmını ona iter gibi bir işarette bulunur.
Bilgin hemen başıyla cevabın makbul olduğunu işaret eder.
Arkasından parmaklarını yukarıya doğru çevirip bir iki defa hareket ettirir.
Nasreddin Hoca da bu işaretin tam tersini yapar. Parmaklarını yere doğru çevirerek ellerini sallar.
Bilgin bu cevabı da beğenir.
Derken kendini gösterir. Yerde sürünür gibi yapar.
Hoca da hemen kuş gibi uçar işaretini verir.
O zaman bilgin Hoca'nın karşısında saygı ile eğilip elini öper.
Timur bu işaretlerden bir şey anlamayarak tercüman yoluyla bilgine bütün bu işaretlerin mânasını sorar.
Bilgin şu cevabı verir:
Ben dünyanın her tarafını dolaştım; fakat itiraf ederim ki bu Hoca kadar bir bilgine rastlamadım. İlk olarak dünyanın yuvarlak olduğunu bilip bilmediğini anlamak istedim.
Meğer bunu çok iyi bilirmiş. Hemen ekvator hattını çizerek dünyanın kuzey ve güney olarak ikiye, bölündüğünü belirtti. Üstelik dünya yüzünün üç kısmının deniz, bir kısmının kara olduğunu da bildi.
İkinci olarak yerden otların ve ağaçların nasıl bittiğini sordum. Hemen şart olarak yağmuru işaret etti.
Son olarak yeryüzünün insanlar ve dört ayak üstünde yürüyen, yahut sürüngen mahluklar ve balıklarla dolu olduğunu bilip bilmediğini anlamak istedim. İşte bu soruyu sorarken büyük bir unutkanlık yapıp kuşları sormayı unuttum. O ise, bunu farkedip bana kuşları hatırlatmak suretiyle işlediğim hatâyı düzeltti. Böylece bütün sorüarımın karşılığını fazlasıyla vermiş oldu. kendisinin benden üstün bir bilgin olduğunu anladığım için de elini öptüm.
Timurlenk ondan bu cevabı aldıktan sonra Nasreddin Hoca'yı yanına çağırır ve işaretle neler konuşmuş olduklarını bu sefer de ona sorar.
Hoca merhum, büyük bir umursamazlıkla şunlar anlatır:
— Ben onu sahiden bir bilgin sanmıştım. Bu adam bir bilgin filân değil, sadece bir aç... Herhalde Akşehir'in baklavalarının şöhretini duymuş olacak ki, bir tepsi baklava işareti yaptı. Ben de önce ortasından böldüm. Yâni yarısı senin, yarısı benim olsun demek istedim. Sonra baktım ki bu çok olacak, bir tepsi baklavayı dörde böldüm. Üç kısmını kendime ayırıp ancak bir kısmını kendisine verebileceğimi söyledim.
İkinci işaretiyle, şöyle bir tencere dolusu pilâv pişirsek, pilâv fıkır fıkır kaynayıp pişse de yesek demek istedi. Ben de pilâvın pilâv olması için üzerine tuz, biber, üzüm, fıstık serpmek gerektiğini belirttim. Hoşuna gitti.
Son olarak kendisini acındırmak için çok aç olduğunu, açlıktan karnının çöktüğünü, yürümeye dermanı kalmayıp yerlerde süründüğünü anlatmak istedi. Ben de açlıktan bir kuş gibi hafifleyip, nerede ise uçacağımı işaret ettim. Böylece bizim eve konuk gelmesini önlemek istedim. Mesele budur, devletlim!


ONA PAHA BİÇMİŞ


Timurlenk bir gün Nasreddin Hoca'yı da yanına alarak bir hamama gider. Soyunup peştemallarını kuşanır, sıcağa girerler. Bir taraftan terlerken, bir taraftan da şundan bundan bahsederler.
Derken Timurlenk'in aklına bir soru gelir, Nasreddin Hoca'ya sorar:
— Sen herşeye kıymet biçmesini bilirsin! Bu halimle bana ne kıymet biçersin?
Hoca, Timurlenk'i şöyle bir süzer:
— Yüz akçe! der.
Kendisine bu kadar az kıymet biçilmesine içerleyen Timurlenk kızar:
— Behey gafil! der. Yalnız şu işlemeli peştemalın yüz akçe ettiğini bilir misin?
Nasreddin Hoca boynunu büker:
— Ben de zaten onu düşünerek yüz akçe, dedim.


DÜNYANIN ORTASI


Bir gün Timurlenk'in karargâhına yine dünyaca tanınmış bir bilgin gelir. Ondan kendisiyle tartışacak bir bilgin ister.
Timurlenk de hemen Nasreddin Hoca'ya haber gönderir. Nasreddin Hoca da kalkar, gelir.
Bilgin tek bir soru soracağını söyleyerek:
— Dünyanın ortası neresidir? sorusunu sorar. Nasreddin Hoca, sağa, sola bakar. Gözüne eşeği ilişince:
— Eşeğimin sol arka ayağının bastığı noktadır, cevabını verir.
Bilgin bunu kabul etmeyerek Hoca'dan isbat etmesini ister.
Nasreddin Hoca'nın cevabı pek kestirme olur:
— İnanmazsan ölç!
Esas itibariyle dünyanın yuvarlak olduğu gözönüne alınacak olursa her noktanın dünyanın ortası olabileceği meydandadır. Bu bakımdan da rahmetli Hoca'nın cevabı doğru bulunmaktadır.


TİMURLENK'E BİR CEVAP


Timurlenk, sohbetinden pek ziyade hoşlandığı Nasreddin Hoca'yı bir gün yanına çağırmış. Şundan bundan konuşurlarken Timurlenk'in karşısına bir takım köleler çıkarmaya başlarlar. Meğer Timurlenk kapısında hizmet görmek üzere bir köle satın almak istermiş. Fakat getirilenleri bir türlü de beğenmezmiş. Herbirine bir kusur bulurmuş.
Sonunda hiçbirini beğenmeyerek Hoca'ya dert yanmaya başlamış.
Nasreddin Hoca:
— Siz bilirsiniz ama, huzurunuza getirilen köleler arasında pekâlâ sonuncusunda ben hiçbir kusur göremedim, demiş.
Timurlenk:
— Sen farkında olmadın. Gülerken bütün dişleri görünüyordu, karşılığını verince, Hoca cevabı yapıştırmış:
— Aman devletlim, bu bir kusur sayılır mı? Zavallı kapınızda çalışırken gülecek değil a!


NEÛZÜBİLLÂH


Timurlenk, Hoca merhumla bir gün konuşurken, konu Abbasî Halifelerine gelmiş. Bu arada Timurlenk kendisine şöyle bir soru sormuş:
— Son Abbasî Halifelerinin adlarının sonunda hep «billâh» kelimesi var. Mütevekkil Bitlâh, Mutasım Billâh gibi... Acaba ben de bir Abbasî halifesi olsaydım, adım ne olurdu?
Nasreddin Hoca, sertliği ve şiddeti ile şöhret bulan bu cihangire hemen en uygun düşecek adı bulmuş:
— Neûzü Billâh! (Allah'a sığındık, demektir.)


İPE UN SERMEK


Nasreddin Hoca merhum, komşularından birinin kendisinden bir şey istemesine fena halde kızar, istenen şeyi vermemek için elinden geleni yaparmış.
Komşuları da Hoca'nın bu huyunu bildiklerinden, kendisini kızdırmak için fırsat düştü mü durmadan öteberi isterlermiş.
Bir gün komşularından biri yine Hoca'ya başvurarak çamaşır ipi ister... Hoca vermemek için:
— İp boş değil, üzerine un sermişler! karşılığını verir.
Komşu:
— Amma da yaptın Hoca, diye çıkışır. Hiç ipe un serilir mi?
Nasreddin Hoca da dayanamayarak ağzından baklayı çıkarır:
— Vermeye gönlü olmayınca, insan ipe un da serer. Artık anlayıver!


HAMAM ÜCRETİ


Nasreddin Hoca merhum, bir gün hamama gidecek olur. Hamamcılar, kendisine hiç itibar etmezler. Eski püskü bir peştemal, kirli, yırtık bir havlu verirler. Hiçbir tellâk da yanına uğramaz.
Hoca kendi kendisine şöyle böyle yıkanır. Hamamdan çıkarken de on akçe gibi ancak çok zengin ve eli açık insanların verdikleri büyük bir bahşiş bırakır.
Tabiî hamamcılar bu durum karşısında pek utanırlar.
Bir müddet sonra Nasreddin Hoca yine aynı hamama gelir. Kendisini gören hamamcılar hemen karşılamaya koşarlar. Hususî oda açarlar. Sırma işlemeli peştemallar, ipek havlular, sedef nalınlar çıkarırlar. Hoca'nın koltuğuna girerek onu içeri alırlar. Halvette çift tellâk kendisini kokulu sabunlarla yıkayıp bir âlâ keselerler. Hpca'ya yıkandıktan sonra çay, kahve ikram ederler. İstirahatine dikkat ederler.
Hoca bu sefer hamamdan çıkarken kendisini uğurlamak üzere sıralanan hamamcılara bir akçe uzatır. Ve onların buna fena halde bozulduklarını görünce de şöyle konuşur:
— Bu bir akçe, geçen sefer geldiğim zamanki hamam ücretidir. Geçen sefer verdiğim on akçeyi de bugünkü hamam ücretine sayarsınız.

KIRK YILLIK SİRKE


Tabiî eskiden bugünkü ilâçlar yoktu. Hekimlik de ileri gitmemişti. İlâçların hemen hepsi bugün «koca karı ilâçları» dediğimiz cinsten ilâçlardı. Bâzı otların, maddelerin her derde deva olduğuna inanırlardı.
Bu arada kırk yıl bekletilmiş sirkenin de bir çok dertlere deva olduğuna inanılırdı. Onun için bâzı evlerde böyle eskitilmiş sirke saklanırdı.
Bir gün Hoca'nın komşularından biri hastalanır.
İlâç için de kırk yıl eskitilmiş sirke aramaya başlarlar. Biri Nasreddin Hoca merhuma başvurur:
— Hocam, sende kırk yıllık sirke var mı? Bir hastamız için lâzım da...
Hoca:
— Var! der.
— Bir parça verir misin?
— Veremem.
— Neden Hoca? Bir zavallı hastayı iyileştirmek istemez misin? Vermek istemeyişinin sebebi ne?
— Eğer her isteyene verecek olsaydım, elimde kırk yıldan sirke mi kalırdı?

«DOĞDUĞUNA İNANIRSIN DA...»

Nasreddin Hoca'ya bir iş için kazan lâzım olmuş... Komşusundan istemiş. O da vermiş. Hoca işini bitirdikten sonra kazanın içine bir de ufak tencere koymuş.
Kazan sahibi bunu görünce:
— Bu tencere ne Hoca Efendi? diye sormuş. Nasreddin Hoca:
— Senin kazan doğurdu... diye cevap vermiş. Böyle olunca tencerenin sana verilmesi gerekir...
Komşu buna pek sevinmiş. Kazanıyla birlikte tencereyi de alıp gitmiş...
Aradan kısa bir müddet geçtikten sonra Nasreddin Hoca aynı komşusundan kazanı yine istemiş. Komşu da hemen kazanı getirip vermiş.
Aradan bir iki gün geçtiği halde kazan gelmeyince, komşusu kalkmış Hoca'nın evine gitmiş:
— Bizim kazanın işi bitti ise almaya geldim, Hoca! demiş.
Nasreddin Hoca başını sallamış:
— Ah, hiç sorma! Demiş. Senin kazan oluverdi. Cenazesini acele kaldırıp gömdük!
Kazanın elden gittiğini farkeden komşu hemen telâşa düşmüş:
— Sen çocuk mu kandırıyorsun Hoca Efendi? demiş. Hiç cansız kazan ölür mü?
Hoca:
— Seni gidi köftehor seni! demiş. Cansız kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmazsın?

ER OLAN SÖZÜNDEN DÖNMEZMİŞ

İnsanlar hernedense ihtiyarlamaktan hiç hoşlanmazlar. Her zaman için genç kalmak isterler. Her nekadar daha çok kadınlar yaşlarını saklamaya çalışırlarsa da, erkeklerin de çoğu yaşlarını saklamak isterler.
Bizim Hoca Nasreddin de bunfardanmış.
Bir gün bir mecliste konuşurlarken biri Hoca'ya sormuş:
— Kuzum Hoca Efendi, sen kaç yaşındasın? Nasreddin Hoca kestirip atmış:
— Kırk yaşındayım. Beriki hemen itiraz etmiş:
— Nasıl olur Hocam? On yıl kadar önce sana bir defa daha sormuştum. O zaman da kırk yaşındayım demiştin.
Nasreddin Hoca oralı olmamış:
— Er olan sözünden dönmez! demiş. Şimdi sen bana bu soruyu yirmi yıl sonra da soracak olsan, sana yine de aynı cevabı veririm.

NEFES

Köylünün birinin eşeği uyuz olmuş. Ne yapayım, diye şuna buna sormuş. Biri katran sürmesini söylemiş. Muzibin biri de Hoca'ya oyun oynamak için köylüye Nasreddin Hoca'nın evini tarif etmiş:
— Doğruca oraya gidersin. Orada nefesi kuvvetli bir hoca oturur. Eşeğine bir nefes etsin, uyuzu hemen geçer! demiş.
Köylü de dosdoğru Nasreddin Hoca'nın evine damlamış. Durumu anlatmış:
— Bu hayvana katran sürmemi söylediler ama, senin de nefesin kuvvetliymiş. Ne olur bir nefes et de hayvanım iyileşsin! Şu uyuz illetinden kurtulsun!
Nasreddin Hoca kendisine bir muzibin oyun oynadığını anlamış ama, renk vermemiş:
— Olur, nefes ederim ama, sen hayvanının bu illetten kurtulmasını istiyorsan, benim nefesime biraz da katran sürmeyi unutma! demiş.

UZARMIŞ

Nasreddin Hoca merhum bir gün bedestende gezerken âdi görünüşlü bir kılıcın yüz akçeye dolaştırılmakta olduğunu görerek şaşar:
— Yahu! Bu, alelade bir kılıç, der. Bunun yenisini on akçeye almak mümkün iken neden yüz akçe istiyorsunuz?
Kılıcı dolaştıran izah eder:
— Bu âdi bir kılıç gibi görünüyor ama öyle değildir. Bir havale edildi mi, kendiliğinden iki arşın
uzar.
Hoca merhum bunu öğrenince, hemen evine koşar. Maşayı kaptığı gibi bedestene gelir. Başlar bunu iki yüz akçeye satmak için dolaştırmaya...
Kendisine takılırlar?
— Sen deli mi oldun Hoca? Bir akçe etmez maşaya kim ikiyüz akçe verir ki?
Hoca hemen karşılık verir:
— Az önce burada havale edildiği zaman iki arşın uzayan bir kılıç için yüz akçe istenmiyor muydu? Bizirn karı bana kızıp da maşayı havale etti mi, on arşından fazla uzar.

Artikel Terkait

Yorumları Göster
Yorumları Gizle

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.


EmoticonEmoticon

Edebiyat yazılılarında başarınızı artırın, kanalımıza abone olun!