Bu yazıda modern Türk şiirinin kurucularından Tanzimat Dönemi sanatçısı Abdülhak Hamit Tarhan'ın Kürsi-i İstiğrak şiirinin geniş incelemesini (tahlilini) bulabilirsiniz... 
Abdülhak Hamit Tarhan

KÜRSÎ-İ İSTİĞRAK
Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir, nâzır-ı âlem,
Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem,
Hayâlettir, oturmuş, fikr ile meşguldür her dem;
Giyinmiştir beyaz amma, bakarsın arz eder mâtem,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir,
Hayâlâtımla meskûndur, bu yerler pür meâlîdir,
Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir;
Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Sükûnetle kuşanmış hây u hûy-i şehri gûş eyle,
Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle,
Ağaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle;
Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş,
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş,
Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzebân olmuş.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette,
Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette,
Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette,
Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Eder yekdiğerin takbîl dâim zühre vü zerre,
Yürür bir yolda murg u mâhî vü mehtâb ü şebperre,
Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Hemen allah'ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Yürür her burc bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir,
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zâildir,
Bu hey'et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir,
Giderler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

Döner vâdide dûr a dûr bir ses, rûdlar çağlar,
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir dağlar,
Şafaktan, bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer bağlar.
Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar, etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...

İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
ABDÜLHAK HÂMİD TARHAN (1852-1937)

Şiir Tahlili:

Bir "mistik şiir" örneği olan bu manzumenin konusu, tabiattır. Abdülhak Hâ-mid Tarhan'm edebiyatımızda yaptığı yeniliklerden biri, Hindistan'dayken (Bombay'da) oramn muhteşem manzarasından da etkilenerek yazdığı bu ve diğer tabiat şiirleri vasıtasıyla Batılı tabiat görüşünü şiirimize taşımasıdır. Tabiat ve ona ait unsurlar, şüphesiz, Divan şiirinde de vardı; ancak Divan şairleri, tabiatı, genellikle sadece mazmun kullanmaktaki maharetlerini göstermekte bir araç olarak kullanmışlardır. Sevgilinin boyunu ve salma salma yürüyüşünü anlatırken kullandıkları "serv-i hırâmân" tamlamasında olduğu gibi...

Tabiatı şahsî olarak yorumlayama-yan, onun üzerinde düşünemeyen divan şairleri, şiirlerinde, kalıplaşmış ortak bir tarzı takip edip kullanıyorlardı. Tabiat hakkmdaki ilk geniş, bütünlüklü (küllî) bakış açışım bizim şürimize kazandıran, Sahra adlı ük pastoral şür kitabımızın sahibi olan Hâmid'dir. J.J. Rousseau, Chateaubriand, Lamartine ve Victor Hugo gibi romantikler ile Hindistan'dayken daha yakından tamdığı panteizm düşüncesinden gelen etkilerle de tabiatın mükemmelliğine inanan Hâmid, tabiatın sadece dış görünüşüyle ilgilenmeyip onu "felsefî bir düşünce konusu" yapmıştır. Büyük tabiat dediğimiz dış âlem, şairde, derin duygu ve düşüncelerin doğmasına ve onu, küçük tabiat dediğimiz insan ile birlikte düşünmesine vesile olan bir alan olmuştur. Panteizme olan eğilimiyle (tabiî ki burada bizim kültürümüzde var olan "vahdet-i vü-cûd" anlayışının tesiri de düşünülmelidir) Hâmid, tabiata dinî ve felsefî bir gözle bakmayı tercih eder. Tabiata mistik ve panteist açıdan bakan şairin, tabiatla ügili fikirlerini ve bakış açısmı karısı Fatma Hanım'm ölümü de besleyip geliştirmiştir denebilir.1 Kısacası, Hindistan seyahati, karısının ölümü ve İngiltere'de uzun süre kalışı, Hâmid'in tabiat görüşünü daha zengin ve daha olgun bir hâle getiren etkenler olarak sayılabilir.

Hâmid, ayrıca, bütün güzelliklerin kaynağı olarak gördüğü tabiatı, şür ile birleştirip tabiatı bir şiir gibi telakki etmiştir. Ona göre, Külbe-i İştiyak1 tâki "Ne şâirdir ki Kudret, şi'r söyler döktüğü âsâr" mısraında ifade ettiği üzere, tabiat en güzel şür; Allah da en büyük şairdir.2 Makber Mukaddimesi'nde de belirttiği gibi, şürin kaynağı olan tabiat, şairlere en güzel şiirleri ilham eder. Recaizâde'nin de dediği gibi, şairlerin şür yazmadaki ustaları da tabiattır; şairler, tabiatın acemi birer öğrencisidir. Hâmid'e göre; kendi şiirinde bir güzellik varsa bu güzelliklerin kaynağı, tabiattaki güzelliklerdir; kusurlar ise, şairin kendisine aittir. Şairin görevi, tabiatı taküt etmektir.

Mehmet Kaplan, Hâmid'in şiir hayatında ve tabiata bakışında önemli bir merhale olan ve Tanpmar'ın "onun asıl büyük şiir tecrübesi"4 dediği Sahra’nm değerlendirmesini yaparken, incelediğimiz Kürsî-i İstiğrak şiirinde şairin tabiata nasıl yaklaştığını da özetler gibidir: "Hâmid, Sahra'da yeni bir tabiat görüşüne yükselir. Artık burada tabiat diğer duygulara refakat eden tâbi bir tem, bir dekor değil, ayrı ve derin mânası olan felsefî ve hissî bir varlık haline geliyor. Şâir tasvir ettiği manzaraları peşin bir fikre göre seçiyor ve değerlendiriyor. Bir tez ortaya atıyor ve onu eseri ile isbata çalışıyor."5 Kürsî-i İstiğrak' ta şairin öne sürdüğü başlıca tezler şöyle sıralanabilir:

Tabiat, üzerinde düşünülmesi gereken mükemmel ve muhteşem bir varlıktır. Tabiat, insana huzur verir; şehrin (medeniyetin) gürültü patırtısına (kötülüğüne) karşı tabiata sığınmak gerekir. Tabiat, bize Allah'ı gösteren mükemmel bir kitaptır, sanatlı bir eserdir.

Şiirin Muhtevası (İçeriği)

Kenâr-ı bahrde hoş bir muhaldir, nâzır-ı âlem,
Tahaccür eylemiş bir mevcdir, üstünde bir âdem,
Hayalettir, oturmuş, fikr ile meşgûldür her dem.
Giyinmiştir beyaz amma bakarsın arz eder matem.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.


(Deniz kıyısında etrafı/âlemi rahatça görebilecek iyi bir yer; taşlaşmış bir dalga ve üzerinde hayalet gibi bir adam oturmuş ki sürekli düşünmekle meşgul; (bu adam) her ne kadar beyaz giyinmişse de matemli görünüyor. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

M. Fuat Köprülü'nün, edebiyatımızda empresyonizmin (izlenimciliğin) ilk örneklerinden biri saydığı6 bu şiirin daha ilk bölümü, bu yargıyı doğrular niteliktedir. Hâmid, tabiatı anlatırken özellikle iki duyudan faydalanır: "görme" ve "işitme". Burada "görme" duygusu ön plandadır. Yüksek bir yerden görülmüş geniş ufuklu bir manzara karşısında vecd ve cezbe hâlindeki birisi gibi -ki şiirin "kendinden geçme, cezbe kürsüsü" anlamına gelen başlığı da bu durumu ifade eder- tefekküre dalan şair, şiirin bütününde, bu manzaranın/tabiata kendisinde bıraktığı "izlenimleri" ve kafasmda uyandırdığı felsefî düşünceleri dile getirir. Şiirin bu ilk kısmında şair, tabiata hâkim, onu rahatça ve bütün genişliğiyle görebileceği en uygun mekânın ve bu mekânda tefekküre dalan bir insanın (kendisinin) tasvirini, sanki olayı dışarıdan seyreden bir anlatıcı gibi kendini soyutlayarak yapar. Denizin kenarındaki yüksek bir yerde (dalgalarla iç içe olan ve manzaraya hâkim yüksek bir kayamn üzerinde) bir hayalet gibi beyazlar giyinerek oturmuş tefekkür ile meşgul olan matemli şahsın şairin kendisi olduğunu, beşinci mısrada geçen "etrafımda" kelimesiyle hisseder; şiirin ikinci bendinde ("Bu mevki'dir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir" mısraından) ise net bir şekilde anlarız.

Deniz, şairde sonsuzluğa ve âlemler ötesine (metafiziğe) ait fikir ve izlenimler uyandıran en önemli unsurdur. Denizin sonsuzluğu, onu maddî âlemden koparıp manevî âlemlere götürür. Denizin şair üzerinde dinî/ilâhî bir etki bıraktığım, onun Recâizâde'ye Hindistan'dan yazdığı bir mektuptan anlıyoruz: “Bahr-i muhitten daimî bir rüzgâr eser ki bana vatanımın toprağım getiriyor sanırım. Dalgalar dâimâ mütehey-yic, ağaçlar dâimâ mütemevvic, şeb-i mehtâbda bütün kâinatın zikir ve tevhid ile cûş u hurûşunu görüyorum ki târifi dâire-i imkândan hâricdir. Beht ü hayretle yâd-ı ebediyyet bir dakika gönlümden çıkmıyor. Hâtıra Allah geliyor, yine Allah geliyor! Ah ben bahr-ı muhiti ne kadar seviyorum, Ekrem!”7 (Vurgulamalar benim. R.G.). Görüldüğü gibi, tabiata diğer unsurları gibi deniz de onun şiirinde maddî bir unsur olmaktan çıkıp derin fikirler ve anlamlar ifade eden bir varlık oluyor.

Hâmid, geniş manzaraları yüksek yerlerden seyretmekten hoşlanır ve bu suretle belirli bir "perspektif"e yaklaşır; ancak şiirin bütününe baktığımızda yine de kompozisyon yönünden "dağınık" olduğunu görürüz. Bu kompozisyon zaafım Mehmet Kaplan, onun bir Doğulu olarak plastik sanatlarla (resim, heykel vs.) arasının iyi olmamasına, özellikle de resim terbiyesi almamasına bağlar. Bundan dolayı tabiatın, onun şiirlerinde resim yapar gibi anlatılamadığını, yani pitoresk bir karakter arz etmediğini, dağınık izlenimler ile felsefî ve duygusal yönden de çözük bir çevrede erimiş hâlde bulunduğunu, arada resim vasıtalık etseydi tabiata onun şiirlerine daha renkli, daha zengin ve daha düzenli bir şekilde geçmiş olacağım ifade eder.

Dokuz bendden oluşan bu manzumenin her bendinin sonunda, geniş manzaraları toplayan ve bunları şairin ruhu ile birleştiren "Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâ-fımda hep mahrem / Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem." şeklindeki beyit, şairin dikkatini çeken tabiat unsurlarını bir araya getirir ve bunların şaire telkin ettiği hissi toplu olarak anlatır. Şair üzerinde, bu şiiri de yazdığı Hindistan'da, tabiata ait özellikle beş unsur çok etkili olmuş ve bütün tabiat şiirlerinde şair, bunlardan mutlaka bahsetmiştir: deniz, dağ, aydınlık/ışık (güneş, ay veya yıldız), ağaç ve kuş. Bu unsurlar, ulvilik, sonsuzluk ve özgürlük fikirlerini çağrıştırdığı için şairi etkilemişlerdir.9 Şair, bu varlıklardan hareketle metafizik âleme yükselir.

Hâmid, hayranlıkla seyrettiği ve hakkında derin düşüncelere daldığı tabiatı, tüm unsurlarıyla çok iyi anladığım ve onlara “mahrem" (çok yakın) olduğunu ifade ediyor. Hindistan'a gitmeden önce de tabiat şiirleri yazan Hâmid, Hindistan'a gittikten ve oradaki muhteşem tabiatı gördükten sonra daha derin ve kuvvetli bir tabiat duygusuna erişmiş ve tabiatı daha iyi anlamaya başlamıştır. Orada yazdığı şiirlerde sadece tabiat hakkında düşünmekle yetinmez; aynı zamanda duyar, görür ve işitir.10 Kendinden önceki modern şairlerin, yani şiiri bir fikir ve düşünce yumağı hâline getiren Şinasi, Nâmık Kemal ve Ziya Paşa'nm aksine duyuların güzelliğini keşfeden ve düşünceye duyulardan giden Hâmid, tabiatla daha iç içe olur, hatta neredeyse onunla aynileşir. Ancak, bu şiirde anlatılan tabiat, daima neşeli ve mutluyken onu seyredip tefekküre dalan insanın yani şairin yaslı olduğunu, tabiata muz-darip bir gözle baktığını görürüz. Bunda, şiirin son bölümünde vurguladığı vatandan ayrı oluşunun yanında, Mehmet Kaplan'ın da tespit ettiği gibi, çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği karısının hastalığının ve ölümünün de etkisi vardır. Hindistan'daki muhteşem tabiat güzelliği karşısında mest olan şairin içinde daima bir hüzün ve acı vardır. Hâmid'in, tabiata sığmarak onun karşısmda tefekküre dalıp onu soruşturmasında, yaşadığı bazı olaylardan duyduğu acı ve ızdıraplarla kimi felsefî endişelerinin etkili olduğunu Recaizade'ye Hindistan'dan yazdığı bir mektuptaki şu ifadelerden anlarız: "Bitsen ne kadar elîm bir izdirap içindeyim... Güneş büyüklüğünde bir zekâya mâlik olsak da zılâm-ı esrâr içinde olan çehre-i hakikati yine göremeyeceğiz. Allah'ı isterim, karşıma bulutlar, ufuklar çıkar. En büyük delil olan o parlak yıldızların her biri bir sırr-ı muzlim, bahr-ı muhitin pür-hurûş dalgalan bu mes'elede hep ha-mûş. Cemâd ve nebattan âvâze-i vücûd gelir ki ruh anlar, akıl ermez."

Tabiat ile kendi ruh hâli arasındaki tezattan bahsedişiyle, yani tabiat mutluyken kendisinin muzdarip oluşuyla Hâmid, "Samt ü sükûn o mertebe hâkimdi mevkie / Kim muzdaribdi bende olan ızdırâbdan" diyerek kendi ruh hâliyle tabiatı özdeşleştiren dostu Recâizâde'den ve daha sonra gelecek olan Servet-i Fünûnculardan ayrılır.

Bu tenhâ yerleri gördün mü sen zannetme hâlidir!
Hâyâlâtımla meskûndur, bu yerler pür mealidir,
Muhât-ı aczdir, hem lâ-tenâhî birle mâlîdir;
Bu mevki'dir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâfımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâima hurrem.


(Sen bu gördüğün ıssız yerleri boş zannetme! Bu yerler, benim hayallerimle doludur ve anlam yüklüdür; aczimle çevrilidir ve sonsuzlukla doludur. Benim bulunduğum yer, sahilde işte böyle yüksek bir kürsüdür. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Denizi çok sevdiğini her fırsatta ifade eden Hâmid, Recaizade'ye Hindistan'dan yazdığı yukarıda da bahsettiğimiz mektubunda, denizi ve genel anlamda kâinatı seyrederkenki hissettiklerini, hayallerini ve gördüklerini şu sözlerle ifade eder: "Ah ben bahr-i muhiti ne kadar seviyorum, Ekrem! Sanıyorum ki her dalganın üstünde bir ilâhe-i cemâl oturmuş, ezelden, melekûttan bu yerlere sevda naklediyorlar. Her birini ruhum çıkıp da istikbâl edecek oluyor. Kalbimden nihânî bir feryâd koparak onlara iltihak ile beraber haşrolduklarını bir iştiyâk-ı azîm ile hissediyorum."12 Bu satırlardan, şairin denize karşı seyirci kalmayarak daha da ileri gidip onunla kaynaşmak/ aynileşmek (einfühlung) istediğini, yani fenafi't-tabiat olmak istediği anlamını çıkarıyoruz.

Fizikten metafiziğe, görünenden görünmeyene geçen şairin etrafında tenha yerler uzanmaktadır; ancak bu tenhalıklar, boş değildir. Şairin hayalleri ile ve derin manalarla doludur. İnsan, burada, kendisini âciz bırakan sonsuz bir varlığın her yeri ve kendisini çevirdiğini hisseder. Sanki her taraf sonsuzlukla veya sonsuzluğa ait olup insan gözünün görmediği, insan akimın almadığı, şairin ezelden ve melekler âleminden yeryüzüne sevda naklettiğine inandığı "ilâhe-i cemâl" (güzellik tanrıçası) denen varlıklarla (melek ve cin gibi) ve manalarla doludur. İnsanoğlunun aklı, bunların hepsinin anlamım anlayıp kavramada yetersizdir: "Güneş büyüklüğünde bir zekâya mâlik olsak da zılâm-ı esrâr içinde olan çehre-i hakikati yine göremeyeceğiz.!..) Cemâd ve nebâttan âvâze-i vücûd gelir ki ruh anlar, akıl ermez." İşte şair, daima buraya, sahildeki bu "kürsi-i âlî"ye gelir ve varlığı bir ibadet hâli içerisinde -cezbe hâlinde- seyrederek -bu bendde "görme duyusu" ağırlıktadır- tefekküre dalar.

Sükûnetle kuşanmış hây-hûy-ı şehri gûş eyle,
Sehâb-ı hande-rîz u berk-i yekser-kahrı gûş eyle,
Ağaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle,
Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâima hurrem.


(Şehrin sessizlik ve sakinlikle çevrilmiş/kuşatılmış gürültü patırtısını; gülümseyen bulutu ve kahır saçan şimşeği dinle; ağaçlardan çıkan fikirleri seyret ve nehri dinle; bu vahşi, el değmemiş, sakin yerde sen gel benimle birlikte dünyayı dinle. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içe-yiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Zengin ve dikkat çekici ses intihalarının bulunduğu bu bendde şair, öncelikle "işitme" duyusunu ön plana çıkararak etrafındaki varlıklara dikkat çeker. Tabiattaki değişik sesleri dikkatle dinleyen Hâmid'de tabiat, şiirin bütününde olduğu gibi burada da, maddî bir unsur olmaktan çıkıp derin fikirler ve anlamlar ifade eden metafizik bir varlık hâlini almıştır. Makber Mukaddimesi'nde, şürin ifade etmekten/ anlatmaktan çok "duymak" olduğuna vurgu yapan Hâmid'e göre, "Her cûybar bir hiss-i müteheyyiç, her ağaç bir fikr-i sakin, her sehab bir hayal-i ulvîdir."'3 Daha önce bahsettiğimiz bir mektubunda söylediği gibi, "Cemâd ve nebattan avaze-i vücûd gelir ki ruh anlar, akıl ermez." Yani, evrendeki cansız görünen varlıklardan (ağaç, ırmak, dünya vs.) sadece ruhun anlayabileceği sesler geldiğini, anlamlar yükseldiğini söyler şair. Diğer bir deyişle, evrendeki canlı ve cansız varlıklara daha farklı ve düşünerek bakmayı tavsiye eder.

"İşitme"nin ağırlıkta olduğu bu bendde, "göze" hitap eden bir kısım vardır ki -aslmda göze değil akla hitap ediyor- Hâmid'in tabiattaki varlıklara bakış açısını vermesi bakımından bu ifade çok önemlidir: "Ağaçlardan çıkan efkârı seyret". Burada şair, tabiattaki varlıkların dış/maddî görünüşünden ziyade onlarm bize düşündürmesi gerekenlerin, yani işin felsefî ve metafizik boyutunun önemli olduğunu vurgular. Sözgelimi, bir incir ağacmı, sadece bir ağaç olarak görmeyip ona bakarken şunları "düşünmeliyiz" şaire göre: Nasıl oluyor da küçücük bir incir çekirdeğinden kocaman bir ağaç çıkıyor ve bize harika meyveler sunuyor? Acaba bu toplu iğne başı kadar olan incir çekirdeğinin içerisinde kereste fabrikası, şurup fabrikası ve pa-tiska/kumaş fabrikası mı var ki bu ağacm gövdesini, dallarını, yapraklarım, içi bal gibi şurup dolu olan o harika meyvesini yapıyor? Bu incir çekirdeği bu kadar akıllı ve maharetli mi?!! Bu çekirdeğin aklı yoksa bu ağacı bu hâle getiren ve onu bizim hizmetimize sunan kim peki? vs. vs. İşte bir ağaca bakan akıllı insan, o ağacı hayvandan farklı bir gözle görecek ve buna benzer soruları kendisine sorup düşünecek. İşte Hâmid, bu şiirinde ve diğer tabiat şiirlerinde bunu yapıyor.

Sahra ve Belde-güzin adlı eserlerinde şehir ve tabiat hayatına ait yepyeni görüşleri, Türk edebiyatında ilk defa dillendiren ve köy hayatının güzelliğine karşı şehir hayatının çirkinliğine vurgu yapan tabiat hayranı Hâmid, burada da, aynı duygularla, şehrin gürültüsünü çeviren sükûneti tasvir ederek tabiatın el değmemiş sinesinde (vahşetgâhta) yaşanan sakin ve huzurlu hayat ile gürültü ve koşuşturma içerisinde geçen şehir hayatını mukayese eder. Bu mukayeseyi, Hâmid'den önce, Fransız edebiyatında J.J. Rousseau ile Paul et Virginie'nin yazarı Bernardin de Saint-Pierre gibi romantiklerde de görürüz.

Düşün ol Zâtı kim emriyle zâtından lyân olmuş,
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Düşün deryayı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş,
Hafâyâ-yı İlâhîdir ki yek-dil, yek-zebân olmuş.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâfımda hey mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.


(O Zât'ı (Allah'ı) düşün ki, bir emriyle (her şey) onun kendi zâtından (özünden) ortaya çıkmış, görünür hâle gelmiş; O'nun ebedî varlığından yer ve gök oluşmuş; damlaların birleşmesinden oluşan denizi düşün ki her bir damla uçsuz bucaksız bir dalga olmuş; (tüm bunlar) tek bir dil ve tek bir gönül olmuş İlâhî sırlardır. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Hayranlıkla seyrettiği, karşısında tefekküre daldığı bu büyük ve harikulade manzara, şaire, Allah'ı ve varlığın sırlı âhengini düşündürür. Tabiatın sonsuz güzelliğini ve ihtişamını hissetmiş olan şair, bu güzellik duygusuyla hayranlığa ve oradan da tabiatta gizli olan "İlâhî kudret" fikrine gider. Hareket noktası varlık olan şairin gayesi, Allah'tır.14 Yeryüzünün ve gökyüzünün, Ebedî Varlık'ın vücuduyla birleştiğini, kâinattaki her şeyin Allah'ın emriyle ve ondan bir parça olarak var olduğunu düşünür ki bu düşünce, kaynağı Hindistan olan panteizmin tâ kendisidir. Karadaki, denizdeki ve gökyüzündeki her şey gönül ve dil birliği ile Allah'ı gösteren, onu kendi dilleriyle zikreden birer İlâhî sırdır ki herkes bu sırrı anlamaya muvaffak olamaz. "Her varlık kendi lisanıyla Allah'ı zikreder" demek, her varlık kendine verilen görevi en güzel şekilde yaparak gören gözlere ve düşünen akıllara bir mesaj verir demektir: An, o mükemmel balı yaparak; koyun ve inek, o harika sütü vererek; incir ağacı da o çok tatlı incirleri insanoğluna sunarak Yaratıcılannı gösterirler. Ancak, kâinata herkes bu gözle bakıp oradaki sırlan ve şifreleri çözemez; hikmetleri anlayamaz.

Hocası Tahsin Efendi'den panteizm telkinleri alan ve karısının ölümünden sonra tamamıyla panteist bir din görüşünü savunduğu belirtilen15 Hâmid'in, şiirin bütününde, fizikî âlemden metâfizik âleme nasıl geçtiği ve tabiatla Allah'ı nasıl birleştirdiği çok net görülmektedir. İslâm inancına göre de, özellikle tasavvufta, kâinat ve ondaki düzen, Allah'ı gösteren, ispat eden en önemli delillerden biridir. Tasavvuftaki "vahdet-i vücûd" anlayışında, kâinatın Allah'ın güzelliğinin yansıdığı bir ayna olduğuna inanılır. Ancak, panteizmde, kâinat Allah'ın tecelli ettiği "ayna" değil, Allah'ın bir "parça"sidir ki bu anlayış, İslâmiyet'in Allah anlayışına uymaz.

O'dur hîçî-i mâzî lücce-i surh-ı meşiyyette,
Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette,
Durur bir Kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette,
Beraber cümle mevcudat u eşya hep muhabbette.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâima hurrem.


(Arzuların (şafaktaki) kızıl dalgalarında/engin sularında da mazinin yokluğunda da O vardır. Geleceğin karanlığında, sonsuzluğun maviliğinde, karanlıkta ve aydınlıkta sonsuz bir Kibriyâ durur. Kâinattaki bütün varlıklar da birbirleriyle daima muhabbettedir. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Allah, ezelî ve ebedîdir. İslâmî anlayışa göre; hiçbir şey yokken sadece O vardı, kıyamet günü her şey yok olunca veya altüst olunca da sadece O olacak. Allah'ın bilgisi sınırsızdır; O, geleceği de bilir, geçmişi de. Bize şah damarımızdan daha yalan olan Allah, bizim geçmişimize ait karanlıkta kalmış, kimsenin bilmediği sırlarımızı da, geleceğe ait bütün iyi veya kötü (kızıl kelimesi, burada, belki de insanoğlunun hevâ ve hevesini, nefsanî arzularını simgeleyen bir renktir, bir ifadedir) istek ve arzularımızı da bilir. O, bütün evreni kaplamıştır ve her şey O'nun bilgisi dâhi-lindedir. Diğer bir deyişle, karanlıkta ve aydınlıkta, nihayetsiz bir Kibriya'nın "durduğu" görülür. O, evrende bir düzen kurmuştur ve onun yarattığı bütün varlıklar, tek bir sevgide birleşir; uyumlu ve âhenklidirler. Hepsi, kendilerine biçilen rolü oynar. Güneş, bir santim bile kendiliğinden Dünya'ya yaklaşamaz, Dünya da bir santim bile Güneş'ten uzaklaşamaz. Varlıklar birbiriyle uyum içerisindedir; aksi takdirde balık, gözümüze, yumurta da, kemiğimize uygun bir yapıya sahip olmaz ve balık da yumurta da vücudumuzda gideceği yeri bilemezdi. Balığı yaratan ile gözü yaratan veya yumurtayı yaratan ile kemiğimizi yaratan aynı Yaratıcı'dır. Ziya Paşa, Terkîb-i Bend'inde, kâinattaki varlıkların birbiriyle savaş/mücadele .hâlinde olduğunu söylüyordu; ama Hâmid aynı görüşte değildir.
Eder yek-dîğerin takbîl dâim Zühre vü zerre,

Yürür bir yolda murg ü mâhi vü mehtâb ü şeb-perre
Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Hemen Allah'ı gör şâmil semâdan bahr ile berre
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâfımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.


((Gökyüzündeki) Çoban Yıldızı ile (yeryüzündeki) en küçük bir zerre (atom) daima birbirini öper. Bahk ile kuş ve mehtap ile yarasa aynı yolda yürür. Bir kez deryanın çevrelediği (denize nâzır) şu taştan minbere otur da, gökyüzünden deniz ve karaya kadar her yeri kaplayan Allah'ı gör. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Şair, bir önceki bendde bahsettiği gibi burada da, kâinattaki her şeyin birbiriy-le uyumlu, ahenk içinde olduğunu belirtir: Gökteki yıldızlar ile yerdeki atomlar, yani en büyük varlıktan en küçük varlığa kadar her şey, birbirini öper, birbirini tanır ve birbirine yardım eder. Havadaki kuş, denizdeki balık, mehtap ve yarasa "bir yolda" yürürler. Şairin oturup etrafı seyrettiği denize nâzır minberden -ki bu kelimenin dinî bir terim olarak da kullanıldığına dikkati çekelim- Allah'ın göklere, denizlere ve karalara şâmil olduğu/yayıldığı görülür. Buradaki "şâmil" kelimesi, panteizmin işaretidir. Ancak, bu kelimenin yerine "hâkim" veya "sahip" gibi kelimeler kullanılsaydı İslâm'ın Allah fikrine veya tasavvuftaki "vahdet-i vücûd" anlayışına daha uygun bir üslûp olurdu.

Son üç bendde, varlıklar arasındaki uyumdan, birlikten, muhabbetten ve mükemmeliyetten ısrarla bahseden şairin, aslında varlığı tek bir bütün olarak algıladığı, yani Allah'la tüm kâinatı bir bütün olarak düşündüğü sonucunu da çıkarabiliriz.

Yürür her burç bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zaildir,
Bu hey'et zîr ü bâlâ, merci-i aslîye mâildir,
Giderler şâd u handân cümlesi bir feyze nâildir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâfımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.


(Gökyüzündeki her burç, bin görkemli asırdır yürür; görünüşte gölgelere benzer, ancak sen onları geçici bir varlık sanma. Yerde ve gökteki bütün bu varlıklar, bu heyet, asıl makama meyyaldir/yöneliktir. Hepsi şen ve mutlu bir şekilde gidip bir feyze/berekete ulaşırlar. Bulutlar, dalgalar ve yüdızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Şinasi'nin Münâcât'ında yaptığı gibi, çoğunlukla gözleri göklerde dolaşan şair, bu bende de gökyüzündeki muhteşem düzene ve sanata gözlerini diker, dikkatini orada yoğunlaştırır. Sahra'mn "Hoşnişînân" kısmındaki dördüncü ve beşinci "nağme" lerde, kırda yaşayan bedevilerin din duygusunu anlatırken şair, onlarm “hey'et-i kâinata" bakarak Tanrı fikrine ulaştıklarından bahseder. İşte bu kıt'ada da, o "hey'et-i kâinat"tan ve onun asırlardır devam eden uyumundan bahsederek onlarm bu hâlleri üzerine düşünmesi gereken insanoğlunun, buradan ulaşması gereken sonuçların olduğunu bize hissettirir.

Uzayın ne yaşı ne de büyüklüğü ve çapı, kesin olarak belli değildir. Sadece bizim yaşadığımız Dünya'nın bağlı olduğu güneş sisteminin de içinde bulunduğu galaksimizin çapının 3000 ışık yılı olduğundan bahsediliyor. Bizim galaksimiz gibi uzayda yüzlerce, belki de binlerce galaksinin varlığından söz edildiğine göre, ne muhteşem -sonsuz- bir sistem içerisinde olduğumuzu düşünün. Işığın bir saniyedeki hızının 300 bin km. olduğunu düşünürsek, sadece içinde dünyamızın bulunduğu galaksinin çapını yazacak rakamı bile bulmamız mümkün değildir. Böyle muhteşem bir evreni kim idare ediyor ve bu muhteşem "hey'et-i kâinat" nereye gidiyor? Hâmid'e göre, bunların hepsi mutlu bir şekilde "merci-i aslî"ye gitmektedir.

Şiiri nesre yaklaştıran ve şiirle nesir arasında bir tür olan "mensur şiir" in doğuşunu hazırlayan en önemli araçlardan biri, anjambmandu. İkinci dönem Tanzimatçılarının ama özellikle de onları takip eden Servet-i Fünûncuların, şiirlerinde kullandıkları bu teknik veya artistik konuşma endişesi, bu şürin sadece beşinci bendi {O’dur hîçî-i mâzî lücce-i surh-ı meşiyyette / Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyet-te / Durur bir Kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette) ile bu bendinde karşımıza çıkar. Bu benddeki ilk mısra, İkincisine anjanbıman ile bağlanmıştır: "... mümasildir + Zılâle sûretâ, ..."

Döner vadide dûr-â-dûr bir ses, rûdlar çağlar,
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir dağlar,
Şafaktan, bahrdan etmekte cem'-i sîm ü zer bağlar,
Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.


(Vadide uzaktan uzağa bir ses döner, ırmaklar çağlar; çimenler mavi, koyunlar penbe, dağlar rengârenktir. Bağlar, şafaktan ve denizden altın ve gümüş (renklerini) toplamaktadır. Tüm bu coşku içerisinde, bu şenlikte bir ağlayan varsa, o da sadece benim ruhumdur. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlik-teler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Hâmid'in tabiatı anlatırken özellikle faydalandığını belirttiğimiz "işitme" ve "görme" duyuları, bu bendde birlikte kullanılmıştır. Işığı ve aydınlığı çok sevdiğini yine Recâizâde'ye yazdığı bir mektupta, "Güneş aydınlığım severim. Fikrim güneşte açılır."16 cümleleriyle ifade eden şair, şafak vakti vadide dönen ses(ler)i ve nehirlerin çağlayışlarını dinledikten sonra etrafındaki varlıkları seyreder. Ancak bu varlıkları (çimenleri, koyunları ve dağlan) yeni ve farklı renkler içerisinde görür: çimenler mavi, koyunlar pembe ve dağlar rengârenktir. Bahar vakti dağların rengârenk oluşunu anlarız da çimenlerin mavi, koyunların pembe oluşunu garip karşılayabiliriz. Fuat Köprülü'nün, bu şiiri, edebiyatımızda empresyonizmin (izlenimcüiğin) ilk örneklerinden biri olarak nitelediğini en başta belirtmiştik. İzlenimcilerin bir özelliği de, "renk"leri çok sevmeleri ve kâinattaki varlıkları kendi ruh hâllerine uygun şekil ve renklerde, kendilerine göre tasvir etmeleridir.17 İşte burada da tabiatı o andaki ruh hâline göre gören ve tabiata ruhunda o an bıraktığı intibaları yine "kendine göre" anlatan bir şair vardır karşımızda. Sabahın ilk ışıklarında, varlıkları ve neşe içindeki tabiatı renkler cümbüşü içerisinde gören şairin, "mavi" ve "pembe" renkleri kullanması, "sonsuzluk" (mavi) ve tabiattaki "canlılık, neşe ve hayatiyet" (pembe) fikriyle bağlantılı olabilir. Edebiyatımızın asıl izlenimci şairi olan Ahmet Haşim'in şiirlerinde, tabiattaki varlıkları "kendine göre renklendirme ve anlat-ma"mn pek çok örneğiyle karşılaşırız.

İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ duşunda aks-i cûşîş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrâfımda hep mahrem.
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem.

(Seher vaktinin uykusuz yıldızı belli belirsiz doğarken sisler içinde bir küçük kız tek başına dağdan iner; sabâ rüzgârının habercisi omzunda denizin coşkun ve dalgalı yansıması olduğu halde geçer; o sırada duyulan bir çan/çıngırak sesi bana vatanı hatırlatarak gönlümdeki derdimi canlandırır, tazeler. Bulutlar, dalgalar ve yıldızlar etrafımda hep benimle birlikteler, bana yakınlar, iç içeyiz; ağaçlar, ırmaklar, kuşlar ve çiçekler de daima neşeliler.)

Seher vakti olduğu için uzaktan yıldızlar belli belirsiz görünür ve etrafta kimsenin olmadığı o anda dağlardan sisler içinde bir kız (muhtemelen çobanlık yapan bir kız) iner. Bu sırada şair, denizin üzerinden esen ve denizin çağıltılarını, coşkunluğunu beraberinde taşıyan sabah rüzgârını hisseder. O anda duyduğu bir çan (çıngırak) sesi, ona vatanını hatırlatır ve kalbindeki dertlerini uyandırır.

Hindistan'da Hâmid üzerinde etkili olan bir başka tabiat unsuru da, "dağ"dır. Dağın, özellikle zirvesinden geniş ufuklara bakış imkânı vermesi dolayısıyla şaire tesir ettiğini yine Recâizâde'ye yazdığı mektuplardan anlıyoruz.18 Şair burada da önce göze hitap eden bir manzara çizdikten sonra, kulağı devreye sokar ve en sonunda da bu neşeli tabiatın ortasında kendisinin niçin üzgün, muzdarip ve matemli olduğuna dair ipucu verir. Zaten karısının Bombay'dayken hastalanıp Türkiye'ye ulaşamadan yolda, Beyrut'ta, ölmesiyle yıkılan şairin ızdırabını, vatana duyduğu hasret (daüssıla) iyice arttırmaktadır.

Tabiatın içine insanı sokmak, özellikle de bir köylü kızım yerleştirmek, Hugo ve Rousseau gibi romantiklerden de gelen bir etkiyle, Hâmid'in Sahra'da da ("Hoş-nişînân" kısmının onbeşinci ve onsekizinci "nağme'lerinde) yaptığı bir şeydir. Tabiat ile inşam birlikte anlatarak şiirinin içine "beşer"i sokan Hâmid'den sonra gelen ve ondan etkilenen Cenap Şahabettin'in tabiat şiirlerinde bu duruma rastlanmaz ve Cenab'm bu tutumu (tabiatm insansız anlatımı veya şiirlerine "beşer"i sokmayışı), eleştirilir.

Şair burada, hem halk hem de divan edebiyatında sıkça kullanılan sabah rüzgârının sevgiliden veya sıladan (vatandan) haber getirme özelliğini kullanmıştır.
Şiirde Şekil, Âhenk, Dil ve Üslûp
Divan edebiyatındaki musammat nazım şekliyle yazdığı bu manzumede şair, kendisine özgü bir şiir tarzı ve sistemi kullanır. Bu manzumesinde ve Külbe-i İştiyak'ta "geniş mısraa kavuş(an)" şair, Tanpmar'a göre, "eski musammat şeklini kabul etmesi yüzünden bazı mısralarında vardığı olgunluğu manzumelerin bütününde muhafaza edemez." İncelediğimiz bu manzumenin son bölümündeki (nakarattan önce gelen dört mısradaki) "derinden işleyen âhenk (ve) ledünnîlik Hâmid'in asıl bulduğu şeydir. (...) asıl devrinde kabul edilen, taklit edilen, Rıza Tevfik'in, Cenab'ın ilhamlarını idare eden ve Fikret'e şahsî kalabilmek için behemahal başka şeyler yapmak zaruretini duyuran Hâmid, bu alışılmamış âhengi ile çok sârî şiirlerin Hâmid'i olacaktır."

İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peydâ vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşîş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihya.


Tanpmar'ın beğendiği ve derinden işleyen bir âhenginin olduğunu söylediği bu mısralara baktığımızda şairin, tam (-â) ve zengin (-yâ) kafiyelerin yanında (şiirin genelinde tam ve zengin kafiyeler kullanılmıştır) aliterasyon (k, d, p, ş, s,nvey ünsüzlerinin tekrarı) ve asonanslarla (özellikle a, e ve i ünlülerinin tekrarı) ahengi sağladığı dikkatimizi çekiyor. Şiirde bunun daha pek çok örneğini bulmak mümkündür.

"aaaaaa bbbbaa ccccaa ..." şeklinde kafiyelenen şiirde kulağı dolduran, âhenk bakımından zengin kafiyeler ve bunlara ilaveten redifler kullanılmıştır:

Zengin kafiye: mahrem - hurrem ...
Zengin kafiye + redif: hâlidir - mealidir; nehri gûş eyle - dehri gûş eyle ...
Tam kafiye: tenhâ - nâ-peydâ ...
Tam kafiye + redif: zulmette - muhabbette ...

Şiirlerinde, kusurlu olarak da olsa, aruz veznini kullanan Hâmid, bu şiirinde, hikemî tarzdaki şiirler ile duyguların uzun uzun tasvir edildiği şiirlerde çokça kullanılan "mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün" kalıbım kullanmıştır.

Bugün hiçbir şiirini mükemmel bir sanat eseri olarak kabul edemeyeceğimiz ama dönemin "şâir-i âzam”ı sayılan Hâmid, bu şiirinde de fikirlerini belirli bir plan içinde sunamaz; kompozisyonu çözük ve dağınıktır. Birçok şiirinde olduğu gibi bu şiirinde de, dinî ve felsefî düşünce, estetik duygulara galiptir. Hâmid, "sanat sanat içindir" anlayışım takip ederek sanata her şeyden üstün değer veren bir estet değildir. O, dil ve şeküden ziyade muhtevaya önem verir.

Şiirde kullandığı Arapça ve Farsça ağırlıklı karışık dil, onun kendi döneminde eleştirilmesine sebep olduğu gibi bugün de okunup anlaşılabilmesini engelleyen en önemli etkendir. Şiirlerinde kendine özgü bir üslûp oluşturan şair; tezatlara, yüce duygu ve düşünceleri ifade etmek için başvurduğu gösterişli bir söyleyiş tarzı ile yer yer müphem ve karışık ifadeler ile tezatlara yer verdiği üslûbunu bu şiirinde de gösterir. Şiirde geçen "O'dur hîçî-i mâzî lücce-i surh-ı meşiyyette / Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette" mısraları, onun dili ve üslubuyla ilgili söylediklerimizi doğrulayan örneklerdendir.

Tabiatı anlatırken/tasvir ederken şairin, daha çok, "sıfat" ve "sıfat tamlaması" kullanmasını bekleriz; ancak, tabiatı bir ressam gözüyle değil de daha çok bir mütefekkir gözüyle seyreden şair, bu şiirde, daha çok, "isim" ve "isim tamlaması" kullanır; benzetmelere çok az başvurur. Kurduğu cümlelerin çoğu da isim cümlesidir zaten: “Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir"; "Tahaccür eylemiş bir mevcdir." vs. Bunun yanında, tabiata anlatırken "görme" ve "işitme" duyularını ön plana çıkaran ve gördükleri ile duydukları üzerine düşünen şair, bu duruma uygun fiiller kullanır şiirde: "gûş eyle-, seyret-, düşün-, gör-" vs. Tabiattaki varlıkların birbiriyle olan ilişkilerini ve hareketlerini anlatırken "yürü-, git-, dön-, takbîl et- (öp-), çağla-, in-, doğ-, geç-" fiillerini kullanan şair, hareket ifade etmeyen pasif fiillere de yer verir şiirinde: "otur-, zannet-, dur-, ağla-".

Üçüncü benddeki "gel-" fiilinin emir çekimi, bizi de dünyayı dinlemeye, diğer bir deyişle tabiat üzerinde düşünmeye davet eden şairin, insanlara karşı bir nevi "tebliğ" vazifesi yaptığım da düşündürebilir. Şiirde, okura hitap edilen diğer yerlerde de emir kipinin kullanılmış olması, bu fikrimizi pekiştirir: "Düşün ol Zâtı kim..."; “Düşün deryayı...."; "Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,/ Hemen Allah'ı gör şâmil semâdan bahr ile bere"; “Ağaçlardan çıkan efkârı seyret..."; "Bu vahşet-gâhta sen gel benimle dehri gûş eyle" vs.

Fizik ile metafiziği birleştirmek amacmı güden şair, şiirinde, hem somut kelimelere ("bulut, bahr, kûh, cûy, deryâ, ağaç, kuş, çiçek, yıldız, mehtâb, şeb-perre, murg, mâ-hi" vs.) hem de soyut kelimelere ("hayâlât, lâ-tenâhî, acz, pür-meâlî, efkâr, sermediyyet, hafâyâ, derd, cuşiş" vs.) neredeyse aym oranda yer verir. Somutu soyuta bağladığı imajlarm yarımda soyutu somut şekilde göstermeye çalıştığı imajlara da yer verir: "târîkî-i müstakbel: geleceğin karanlığı", "kebûd-ı sermediyyet: sonsuzluğun maviliği", "hîçî-i mâzî: mazinin yokluğu, hiçliği", “lücce-i surh-ı meşiyyet: arzunun kızıl dalgası", "sehâb-ı hande-rîz: gülümseyen bulut", "berk-i yekser-kahr: kahır saçan şimşek" vs. Bu tür kullanımları, daha sonra gelecek Servet-i Fünûncularda sık sık görürüz.

Çıplak ve sade bir üslûp kullanarak şiirlerinde daha çok siyasî ve sosyal fikirlere yer verip hayal ve duyguyu ikinci plana atan Şinasi, Nâmık Kemal ve Ziya Pa-şa'nın aksine, "estetik ve metafizik bir kâinat görüşü"20 ortaya koymaya çalışan Hâmid, yeni ve şâirâne bir üslûp oluşturmaya gayret ederek kendinden önceki I. dönem Tanzimat sanatçılarından ayrılır.

Yazı Kaynağı: siircumhuriyeti.blogspot.com

Yazıya Tepkini Göster!

Bir Yorum Yaz

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.

Daha yeni Daha eski

Reklam

Reklamlar