13 - 14. yy. da Anadolu'daki sosyal ve siyasi olayları
XIII. YÜZYIL
XIII. yüzyılın başından itibaren tasavvuf cereyanının Anadolu'da halk arasında büyük bir süratle yayılmağa başladığı görülür. Bu yüzyıl, aynı zamanda, çeşitli tarikatların birçok kollar halinde tesir alanlarını genişleterek yurdun her yanına yayıldığı bir dönemdir. Büyük felâketlere yol açan Moğol istilâsı, Horasan dolaylarından büyük bir Türkmen kitlesini Anadolu'nun içerilerine doğru yayılmaya zorlar. Bu yüzyıl, Anadolu'nun göçler ve savaşlar yüzünden, oldukça karışık bir manzara arz ettiği dönemdir.
Mevlevî tarikatı, Mevlânâ'nın ardından, daha çok münevver diyebileceğimiz bir çevrede yayılma alanı bulurken, halk kitleleri arasında da Bektaşîliğin ve ona bağlı kolların büyük bir süratle yayılmağa başladığı görülür. Kuruluşunda tamamen ehl-i sünnet inancına uyan, uygulamada yine bu ölçüler içinde kalan Bektaşîlik, çeşitli sebeplerden zamanla bozulmuş ve İslâm dininin özünü temsil eden Sünnî inançtan uzaklaşarak çeşitli sapık yolları benimseyen bir tarikat durumuna gelmiştir.
Geçiş dönemi diyebileceğimiz bu yüzyılın diğer bir özelliği de, dinî-tasavvufî edebiyat cereyanı içinde yer alan edebî şahsiyetlerin Türkçe ile Farsçayı henüz birlikte kullanma alışkanlıklarını sürdürmeleridir.
XIV. YÜZYIL
XIV. yüzyıl, göçebe Türklerin bir daha geri dönmemek üzere geldikleri Anadolu topraklarına sağlam adımlarla bastıkları, Türkçenin de özellikle sanat eserlerinde artık belli bir şuurla kullanılmağa başlandığı dönemdir. XIV. yüzyılda da kültür merkezi henüz orta Anadolu'dur. Önceki yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da yaşamış olan Türk şair ve yazarlarının büyük bir kısmının eserlerini iki dille yazmaları, henüz bu dönemin de geçiş devri olduğunu gösterir.
Anadolu'daki Müslüman-Türk halkına tasavvufu öğretmek gayesiyle kaleme aldığı 12000 beyitlik didaktik bir mesnevî olan Garibnâme (yaz. 1329); doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen küçük hacimli Fakrnâme, Vasf-ı Hâl gibi diğer mesnevîleriyle yüzyılın başlarında Âşık Paşa (1272-1333)'yı görürüz. Babâî tarikatının kurucusu Baba İlyas'ın torunu olduğu rivayet edilen Âşık Paşa, kuvvetli ve derin bir tasavvuf kültürüyle yetişmiş, üstelik yaygın ilim-sanat dilinin Farsça olduğu bir dönemde Türkçeyi cesaretle ve şuurla kullanmıştır. Büyük ölçüde Mevlânâ'nın tesiri altında kalan Âşık Paşa, bilhassa Garibnâme ile bir anlamda Mesnevî'nin Türkçesini yazma denemesine kalkmıştır. Mevlevî tarikatına müntesip, Menâkıbü'l-Ârifîn sahibi Eflâkî Dede (? -1360) ile Hacı Bektaş Velî müritlerinden Said Emre (? -?) de yine bu asırda yaşar.
XIII. yüzyılın başından itibaren tasavvuf cereyanının Anadolu'da halk arasında büyük bir süratle yayılmağa başladığı görülür. Bu yüzyıl, aynı zamanda, çeşitli tarikatların birçok kollar halinde tesir alanlarını genişleterek yurdun her yanına yayıldığı bir dönemdir. Büyük felâketlere yol açan Moğol istilâsı, Horasan dolaylarından büyük bir Türkmen kitlesini Anadolu'nun içerilerine doğru yayılmaya zorlar. Bu yüzyıl, Anadolu'nun göçler ve savaşlar yüzünden, oldukça karışık bir manzara arz ettiği dönemdir.
Mevlevî tarikatı, Mevlânâ'nın ardından, daha çok münevver diyebileceğimiz bir çevrede yayılma alanı bulurken, halk kitleleri arasında da Bektaşîliğin ve ona bağlı kolların büyük bir süratle yayılmağa başladığı görülür. Kuruluşunda tamamen ehl-i sünnet inancına uyan, uygulamada yine bu ölçüler içinde kalan Bektaşîlik, çeşitli sebeplerden zamanla bozulmuş ve İslâm dininin özünü temsil eden Sünnî inançtan uzaklaşarak çeşitli sapık yolları benimseyen bir tarikat durumuna gelmiştir.
Geçiş dönemi diyebileceğimiz bu yüzyılın diğer bir özelliği de, dinî-tasavvufî edebiyat cereyanı içinde yer alan edebî şahsiyetlerin Türkçe ile Farsçayı henüz birlikte kullanma alışkanlıklarını sürdürmeleridir.
XIV. YÜZYIL
XIV. yüzyıl, göçebe Türklerin bir daha geri dönmemek üzere geldikleri Anadolu topraklarına sağlam adımlarla bastıkları, Türkçenin de özellikle sanat eserlerinde artık belli bir şuurla kullanılmağa başlandığı dönemdir. XIV. yüzyılda da kültür merkezi henüz orta Anadolu'dur. Önceki yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da yaşamış olan Türk şair ve yazarlarının büyük bir kısmının eserlerini iki dille yazmaları, henüz bu dönemin de geçiş devri olduğunu gösterir.
Anadolu'daki Müslüman-Türk halkına tasavvufu öğretmek gayesiyle kaleme aldığı 12000 beyitlik didaktik bir mesnevî olan Garibnâme (yaz. 1329); doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen küçük hacimli Fakrnâme, Vasf-ı Hâl gibi diğer mesnevîleriyle yüzyılın başlarında Âşık Paşa (1272-1333)'yı görürüz. Babâî tarikatının kurucusu Baba İlyas'ın torunu olduğu rivayet edilen Âşık Paşa, kuvvetli ve derin bir tasavvuf kültürüyle yetişmiş, üstelik yaygın ilim-sanat dilinin Farsça olduğu bir dönemde Türkçeyi cesaretle ve şuurla kullanmıştır. Büyük ölçüde Mevlânâ'nın tesiri altında kalan Âşık Paşa, bilhassa Garibnâme ile bir anlamda Mesnevî'nin Türkçesini yazma denemesine kalkmıştır. Mevlevî tarikatına müntesip, Menâkıbü'l-Ârifîn sahibi Eflâkî Dede (? -1360) ile Hacı Bektaş Velî müritlerinden Said Emre (? -?) de yine bu asırda yaşar.
YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...
1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.
EmoticonEmoticon