3 Tem 2014

Ömer Seyfettin'in Hikâyelerinde Milli Kültür ve Gelenek Yansıması

Reklamlar

Ömer Seyfettin'in Hikâyelerinde Milli Kültür ve Gelenek Yansıması

Emin IŞIK


Bir zamanlar Karamazov Kardeşler'i okumuştum. Üzüldüm, hayıflandım. "Niçin bizim milletimizin böyle bir romanı yok!" diye. Gerçekten bütün halk kesimiyle, adliye, askeriye, öğretmen hatta kötü kadınlarına varıncaya kadar milli ruhu bir piyanonun tuşlarına basar gibi dile getirmiş. Çok enteresan, belki de dünyanın en büyük romanlarından. Zaten öyle söylüyorlar: Dünyanın en büyük romancısı Balzac'tır ama dünyanın en büyük romanı Karamazov Kardeşler'dir. Bu da edebiyat tarihine böyle geçmiştir. Ama ben bizim adımıza isterdim ki bu kadar büyük macerası olan bir milletin kendi şanına yakışır bir şekilde romanları olsun. Fakat Ömer Seyfettin ve Kemal Tahir'i okuduğum zaman bunun böyle olmadığını anladım. Özellikle Devlet Ana'nın giriş kısmı bize o büyüklüğü verebilecek derecededir. Çünkü kültürden başlıyor. Kültür ise her milleti yücelten, büyüten, geliştiren, yükselten, terakki ettiren şeyin aslı, esası, alt yapısıdır. Kültürü olmayan milletler hiçbir şey yapamazlar. Köklü bir kültür varsa, mimari de, edebiyat da, devlet de onun üstüne dayanır. Kültürünü, yani kendi kültürünü kaybetmiş bir millet ruhunu kaybetmiştir. Böyle bir millet hiçbir sahada önemli eser veremez... Taklidin ise dini, imanı olmaz. Taklidin gelişmesi de mümkün değildir. Mesela taklitçi bir insanın taklit ettiği şahsın önüne geçmesi asla mümkün değildir. Mesafe alsa da en fazla onun kadar olur. Yani kopyası. Biz millet olarak yüzelli senedir bunun acısını çekiyoruz.

Ama istisnalar da yok değil hani. İşte Ömer Seyfettin bu istisnalardan bir tanesidir. Evvela millete bakış açısı düzgündür onun. Millete olduğu gibi bakıyor. Dine bakış açısı da düzgündür. Din bizim kültürümüzün yüzde seksenini oluşturur. Çünkü her şeyimizi ona borçluyuz. Eğer bugün iftihar ettiğimiz bir mimarimiz var ise onlar dini eserlerdir. Süleymaniye Camii, Selimiye Camii. Bunlar Türk mimarisidir. Ama aynı zamanda dini eserlerdir. Medreselerimiz, hanlarımız, çeşmelerimiz, sebillerimiz üstlerindeki yazılmış ayet ve hadislerden anlaşıldığı gibi birer dini mimari eserleridir.

Ya Aşık Paşa'dan bugüne kadar gelmiş Divan Edebiyatımız? Yüzde doksan Allah, Muhammed, Peygamber, iyilik ve güzellik duygusu gibi İslami motifleri işleyen bir edebiyattır o. Dilimiz de öyle. Halkın kullandığı yaşayan Türkçemiz. "Allah" kelimesiyle, "Mevla" kelimesiyle yapılmış binlerce deyim vardır onda. Din dilin içine böyle girmiş, onu böyle işlemiştir. Onu, ondan ayıklamak ve koparmak asla mümkün değildir. Bazıları "Kur'an'daki İslam" deyip durmaktadır. Din Kur'an'da kalmak için gelmiş değildir. İslam toplum hayatına girmek için, yaşanması için gelmiştir. Mesela Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i zamanımızda her gün en az bin evde okunur. Rebiülevvel ayı geldiği zaman, (içinde Peygamberimizin (s.a.s.) doğum günü bulunan ay) bu rakam iki bine çıkar veya daha fazlaya...

Fakat edebiyat fakültelerimizde Mevlid'i anlayacak, hatta bir parçasını fehmedecek bilgiye sahip bir insan yetişmez... Kendi kültürüne bu derece yabancılaşmış -düşman demeye dilim varmıyor- ikinci bir millet yeryüzünde gösterilemez. Sen, bu kültürü, bu ruhu bırakacaksın ondan sonra 'yükseleceğim!' diye uğraşıp duracaksın. Nereye yükseliyorsun? Seni zaten dört tarafından sıkıstırmışlar. Sana bir ufuk vermemişler ki nereye kanatlanıyorsun?

Neyi başarmak istiyoruz biz? Belli değil. Kimsenin böyle bir meselesi de yok.

Günübirlik yaşıyoruz. Günlük yaşayan insanların başaracağı bir iş olur mu? Onun için bilhassa Ömer Seyfettin milliyete güzel bakıyor. Kültüre ve dine güzel bakıyor. Dili de çok ustaca kullanıyor. Halk dilini, yaşayan Türkçeyi kullanıyor. Yahya Kemal'in bir sözü var: "Yaşayan dili yok ederseniz, yerine koyacağınız dil bir işe yaramayacaktır. Yaşayan dini yok ederseniz, yine yapabileceğiniz bir şey yoktur." Evvela bizim yaşayan kültürü korumamız gerek. Kültürü ilelebet yaşatmak için birtakım tedbirler almamız gerek. Bizde Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ile konuşmaz. Birliktelik yoktur. Ya yapılan aktiviteler! Mesela Milli Eğitim Bakanlığı, talim terbiye adına senelerdir Türk çocuklarına yabancı konferanslar sunuyor. Kültür Bakanlığı da böyle yapıyor. Kendi milli kültür dinamiklerini bir kenara bırakmış, bütün harcamaları, milletin varını yoğunu yabancı kültür ithaline harcıyorlar. Böyle bir tutum dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Fakat Malezya'ya gidiyorsun, orada bir iki el işi yapmışlar her yerde onu karşına çıkarıyorlar. Fransızlar, Tatarlar aynı şeyi yapıyorlar. Her millet kendi kültürünü yaşıyor ve çevreye yayıyor. Size şunu samimiyetle söyleyeyim komünist ülkelerde uygulanan milli kültür politikası bizimkinden kötü değildir. Hiç olmazsa sekiz on tane Tatar bir araya gelip kendi türkülerini çağırabiliyorlar. Yetmiş seneden beri bu memlekette Klasik Batı Müziği'ni öğreten müesseseler var. Ama kaç tane konservatuvar mezunu Bach'tan bir eser icra edebilir. Bu şüpheli... Biz düğünlerimizde, toplantılarımızda kendi türkülerimizi söylüyoruz. Madem bizi biz yapan ses vatanın her bucağında, köylerimizde, kasaba ve şehirlerimizde dudaklarda çağıldıyor; niçin hala Devlet Konservatuvarında kendi musikimiz öğretilmez! Devlet nereye gidiyor?

Dili, konusu, kurgusu, seçtiği kahramanları itibarıyla Ömer Seyfettin gerçekten milli hikayecidir. Bizim bugünün hikayecilerinden beklediğimiz bu kadar kültürel zenginliğe sahip olmamıza rağmen, çoğu kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimizi eserlerinde yansıtmalarıdır. Bugün ülkemize gelen turistlere kendimizi tanıtacak "al bunu oku" diyecek ciddi bir eserimiz yok.

Bakmayın şimdi dünyanın hümanizme geçişine. Onlar yüz, iki yüz sene önce bitirdiler milliyetçilik meselelerini.

Onların tuzu kuru. Kitapları hazır. Zaten onların "milliyetçiyim" falan demelerine gerek yok.

Edebiyat fakültelerimizde Mevlid'i anlayacak, hatta bir parçasını fehmedecek bilgiye sahip bir insan yetişmez... Kendi kültürüne bu derece yabancılaşmış -düşman demeye dilim varmıyor- ikinci bir millet yer yüzünde gösterilemez. Sen, bu kültürü, bu ruhu bırakacaksın ondan sonra 'yükseleceğim!' diye uğraşıp duracaksın. Nereye yükseliyorsun?

Çünkü ortada bir sürü eser var. O kitapları okuduğu zaman zaten kişi milli ruhunu özümler. Alman'ı Alman yapan, İngiliz'i İngiliz yapan dinamikleri ruhuna sindirir.

Bizim kitaplarımızdaki okuma parçaları her bakan, talim terbiye değiştiğinde değişir. İstikrarlı bir kültür çalışmamız yok. Okutulacak kitapları önce klasiklerden seçmek gerekli. Mesela Necip Fazıl'ın çoğu eserleri bugün milli kütüphanelerde yasaklıdır. Niçin? Çünkü birtakım tavsiyelerde bulunuyor. Sakarya Destanı'nı yazmış. Birtakım meselelere ters bakar, yanlışları dile getiren, ağır tenkitleri olan bir insandır. Ama böyle olmayan eserleri de vardır. Onlar da yoktur kütüphanelerimizde. Gençliğe Arif Nihat Asya'yı, Yahya Kemal'i öğretmeden, aşina kılmadan bir nesli nasıl yetiştireceksiniz? Bu kültürün sahibi kim, kim sahip çıkacak bu kültüre.

Halk mı? Demek halk hem pamuk yetiştirecek, hem portakal üretecek, hem de kültür meseleleriyle ilgilenecek öyle mi? Bu mümkün mü? Devlet yok mu, bakan yok mu? Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı yok mu? Bir milli kültür politikası olması gerekmez mi? Televizyonda, gazete ve dergilerde, medya ünitelerinde bunun bir yeri, bir ölçüsü olması gerekmez mi?

Ömer Seyfettin'i anlatırken şunu bilmeli: Ömer Seyfettin bizim için bir ölçü, bir miyar. Yani onu anlamak Türk kültürünü anlamak demektir. Yahya Kemal'i, Mehmet Akif'i anlamak Türk kültürünü anlamak demektir. Hiç olmazsa böyle engin ruhlu üç beş tane insanı anlayabilsek ve onları okullarımızda ciddi okutabilsek, eserlerini gençlere hazmettirebilsek meseleyi büyük ölçüde hallederiz. Mesela Ömer Seyfettin hiçbir zaman dine sövmemiştir. Dini küçük düşürecek tek kelime söylememiştir. Halbuki şimdi Türkiye'de aydın olabilmek için dine sövmek gerekir. Hatta aydın olabilmenin birinci şartıdır dine, diyanete küfretmek. Kendi dinine sövmeyen insan yobazdır, gericidir, irticacıdır. Kendi halkını küçük düşürecek ya da ona hakaret edecek derecede bu konulara eğilmeyen kimse aydınlar sınıfına giremez. Aydın olmanın ikinci şartı devlete sövmektir. Devlete sövmeden de Türkiye'de aydınlar sınıfına geçilmez. Türkiye'de şirretlik, edepsizlik prim yapıyor. Bu anlamda sadece kültürünü kaybeden değil, aynı zamanda terbiyesini de kaybeden bir millet olduk. Geleneksel terbiyesini, vakarını, haysiyetini kaybeden bir topluluk haline geliyoruz.

İşte Ömer Seyfettin seçtiği konular ve kahramanlarda kalıcı olan bir şeyin peşindedir. Edebi yanları yakalamak istiyor. Türk insanının edebi yanı, edebi karakteri üzerinde durmaya çalışıyor. Onu okurken sanki dedelerimiz, babalarımız, amcalarımız gözümüzün önüne geliyor. Mesela benim kayınpederim ortağıyla pazarda, bir koyun alışverişinde 20 tane koyun satıyor. Ortağı ile anlaşamıyorlar. Ortağı "senin payına düşen parayı ben sana verdim" diyor. Kayınpederim "almadım" dediyse de dinletemiyor. Ortağı gel hocaefendiye soralım deyince, kayınpeder "ben dünyalık için yemin etmem" diyerek hakkından vezgeçiyor. Tevrat'ta bir ayet vardır: "Kainatın Rabbi, Allah'ın adını boş yere ağıza almayacaksın." "Dünya menfaati için ben yemin etmem, hakkımdan vazgeçiyorum" demek ve bu karakteri taşımak çok önemli..

Bu okuması, yazması olmayan, cahil bir adamın sözüdür. Bize gerekli olan bu karakterdir. Gelin siz bunu okumuşlar ile veya devletin başındakilerle kıyas edin. Belki tanesi on beş, yirmi milyona yapılacak olan koltuğa bir buçuk milyar ödenek gösteren karakterle..

Bunlar benim kayınpederimin ruhunu temsil etmiyorlar. Ömer Seyfettin'in hikayelerindeki kahramanların ruhunu temsil etmiyorlar. "Al diyetini!" diyor ve suratına atıyor kolunu. Çünkü haysiyeti o koldan daha yüksektir. İnsanlar gerçekten manevi ve kültürel değerler ile önem kazanabilirler.

Pembe İncili Kaftan'da bir başka genç şahsiyetle karşılaşıyorsunuz. Üstelik kahramanımız padişahtan ve devletten uzak kalmak için Ümraniye arkasında ziraatle uğraşan bir bahçevandır. Saray eşrafından, şeyhülislamdan veya devlet kademelerinde vazifeli olanlardan biri değil... Fakat "Şah İsmail'e onu gönderelim' diye karar kılıyorlar. Bu işi yapacak, yüz akıyla yerine getirerecek olan odur. Şeyhülislam efendi bile bazı meseleleri ona danışır. Bir mesele danışılacak kadar alim bir adamdır. Fakat emeğiyle geçinmeyi, ziraatle geçinmeyi, inek sağmayı, sebze-meyve yetiştirmeyi devlet kapısından gelecek ihsanlardan üstün tutan Türk karakteri var onda. Onu gönderiyorlar İran'a... Sırtındaki incili kaftanı biliyorsunuz. Yere seriyor. Giderken almaya tenezzül etmeden çıkıp gidiyor.

Bir başka hikayede bir manga asker kaleyi kuşatmaya kalkıyor. "Sis çökse de hücum etsek!" diyorlar. Kuvvet üstünlüğü falan filan söz konusu değil. Cesaret önemli. İşte bu bizi millet olarak damar damar besleyen fetih ruhudur. Kendine güvenin müşahhas misalidir. Bu da bizim diğer milletlerden farkımız ve üstünlüğümüzdür.

Ferman'da ise Türk insanı için devletin ne demek olduğunu dile getirir Ömer Seyfettin. Hikayede Tosun Paşa diyor ki Vezire: "Padişahın takdir buyurduğu hükmü yerine getir, beni kes, yoksa ben senin boynunu vururum."

Üstelik bir suçu da yoktur. Ufak bir terbiyesizlik yapmıştır padişaha karşı o kadar. Bir abide karakterdir karşımızdaki. Örnek insandır.

Forsa'daki kahraman ömür boyu gemide esir kalmış, ayaklarından zincire bağlı bir ihtiyardır. Bu halde ibadetini hiç terketmemiş. Çünkü namaz Müslümanlığın şartı olduğu gibi bizim milli karakterimizle bütünleşmiş unsurdur. Tarihteki bütün Türk büyükleri hepsi ibadet ehli olan insanlardır. Mesela bir Arap ile konuşmuştuk. "Türk askerinin hangi özelliğini beğeniyorsun?" diye sormuştum ona. O: "Önce Türk askerinin komutanının emirlerine karşı çok itaatkar oluşunu ve sonra çok dindar oluşunu" beğendiğini söylemişti. Hatta bir yerde Atatürk'e sormuşlar: "Türk askerini neden bu kadar seviyorsun?" demişler. O cevap vermiş: "Her asker kendi vatanını korur, onu müdafaa etmekten geri durmaz, ama Türk askeri her yerde kahramandır, sadece kendi vatanında değil." Kahramanlıkları Çanakkale ile sınırlı kalmadı, Kore'ye gittiler. Üzerlerine düşen vazifeyi yaptılar. Bu ruh nereden geliyor?

Kore'deki bir olayı anlatmışlardı bana. Bizim askerlerimiz umumiyetle köylü, kasabalı çocuklar. Geriye çekiliyorlar ama saat çok geç. Vakit iki gibi. Kumpanya almadıkları için iki üç gündür açlar. Bunları salona alıyorlar. Tabii salonda Amerikalı askerler var. Diyorlar ki subay gazinosuna yukarı alalım. Subay gazinosu biraz lükstür, dayalı döşeli. Bu sefer 'orayı askerlerimiz tahrip eder' diye endişeleniyorlar. O zaman askerlerin başında bulunan komutan Tahsin Yazıcı "Bizim askerlerimiz tahrip etmez" diyor. Subay gazinosuna alıyorlar. Üç dört gündür aç olan askerimiz çıt çıkarmadan, terbiyeli bir şekilde yemeklerini yiyorlar. Çünkü bizim askerimiz birlikte yemek yeme adabını bilir. Bayram sofralarında, iftar sofralarında, düğünlerde beraber yemek yenir. Hatta ayrı ayrı da değil tek kaptan. Siniyle gelir, herkes kendi kaşığıyla önünden yer. Batı ülkelerinin askerlerini filmlerde görüyoruz. Bu adap yok. Burada karaya çıkıyorlar, ne saygı var, ne hürmet. Güya bunlar eğitilmiş.


İşte Ömer Seyfettin'in hikayelerinde yansıttığı Türk kültürü, ruhu, karakteri ve adabı budur...

Artikel Terkait

Yorumları Göster
Yorumları Gizle

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.


EmoticonEmoticon

Edebiyat yazılılarında başarınızı artırın, kanalımıza abone olun!