15 Tem 2014

CEMİL MERİÇ BU ÜLKE KİTAP ÖZETİ,DEĞERLENDİRMESİ...

Reklamlar

BU ÜLKE
KONUSU: Cemil Meriç'in Doğu-Batı mevzusu, sağ-sol çatışması gibi konulara değindiği kitabı. Cemil Meriç kitabında Türkiye'deki edebiyat ve siyaset dünyasını, Doğu'nun fikir alemini ve önemli düşünce insanlarını ele almaktadır. Meriç kitabı için şunları söylemiştir; "Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği"

DEĞERLENDİRMESİ:
Bu Ülke isimli eserinin şöyle bir toparlayıp özetleyeceğimiz Cemil Meriç, kitaplar hakkında istikbale yollanan mektup, smokin giyen heyecan ve mumyalanan tefekkür olarak tarifte bulunmaktadır. Kütüphaneyi de, bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzlükleriyle dolu mekan tayin eder ve bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı liyakattir. Mabede bayağılar giremez ona göre. Cemil Meriç’in tanımladığı bu mabede girmeye layık insanların azlığı nekadar gerçek ise böyle insanların yetişip meyve vermesinin zorluğu da o kadar gerçektir.

20. yüzyıl fikir ve aydınlanma döneminin Türk insanı içinden fikri, askeri ve stratejik deha olarak Atatürk’ü çıkarmasının büyüklüğü kadar, Cemil Meriç gibi edebi ve fikri dehaların da çıkması mabede girmeye layık olanların artması bakımından dikkate şayandır.

Bu özeti hazırlamanın zorluğunu, bir öğrencinin hocası hakkında takdirde bulunmasıyla kıyaslayarak tespit edebilirsiniz. Cemil Meriç gibi bir üstadın ifadelerinin bizim ifadelerimizle ne kadar hacimli bir metinler dizisine dönüşeceği müphemdir. Bir sanat galerisinde bulunan resim eserlerini, başka bir mekanda bulunan birisine metinlerle izaha çalışmak tadını bilmeyene balı anlatmak gibidir. Bizim de üstadın “Bu ülke”sini anlatmamız bir üstadın fırçalarından çıkmış resmi kelimelerle anlatmak gibi olacaktır.

Okurken “Ne güzel kitap!” diye tanımladığınız bir kitap hakkında “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama, galiba doğru” veya “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım” şeklinde önce okuyucunun teslimiyetinin gerekliliğini bildiriyor yazar. Sonra anlamak ve sonra hüküm.
Yazarın gerçekten değeri varsa, düşüncesini bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini birden söylemez yazar. Söylemek de istemez. Cemil Meriç’in yazılarını okurken de yazarın belirttiği şekilde siz onun söylemek istediklerini, sislerin arkasında şekillenmekte olan siluetin heyula gibimi olacağını ya da masal ülkesinin büyüleyici güzelliklerinin mi ortaya çıkacağını okudukça anlarsınız. Sislerin arkasında cisimlerin ortaya çıktığını görürsünüz, fakat bu cisimler kah cam gibi net, kah fludur. Fotoğrafçının kimyayı kullanarak sanat yaptığı gibi… Aynı zamanda bu sis aralanırken cesursunuz ve meraklısınızdır. Altın bulmaya ümitli simyacı gibi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz.

Yazar, entellektüel hayatı üzerinde etki yapan kitaplardan söz etmiş. Belki bizlere geleceğe silinmez izler kazıyabilen bir kalemin ortaya çıkışını anlatmak için. Rıza Tevfik’in “Kamus-u Felsefi”si, Selim Sırrı’nın “Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı”, İbrahim Ethem’in “Terbiye-i İrade”sini kaderini tayin eden kitaplar olarak tanıtıyor. Suç ve Ceza baştan sona okumuş olduğu ve çevirdiği ilk yabancı kitap. Bu kitabı anlarken Şemsettin Sami’nin Kamus’unu karanlıkta fener olarak kullandığını da belirtiyor yazar.

Cemil Meriç’in yazılarında önce karşınıza yalnız, tedirgin ve küstah bir adam ortaya çıkar. Kendini üvey evlat olarak görür bu cemiyette. Şahsiyetini bu düşman çevrede şekillendirir. 1940’lara kadar yazılarını ukalaca bulur. Çıraklık dönemim dediği 50 yaşına kadar düşünceyi Batı düşüncesi olarak bilir. Buna Batının gözüyle dünya düşüncesi de diyebiliriz. Dilini unutan bir nesli gördükçe kahroluyor Cemil Meriç bu çıraklık döneminde. Öğretmenlik yaparken Batı düşüncesini tanıtmak için çırpınıyor. Ya Batılı olacağız, ya da Batı kültürünün azat kabul etmez sömürgesi.

Onun bu dönem yazılarında ırk olarak Türk olduğundan Türkçülüğü seçtiği ve yeni bir arayış ve yeni bir bütünleşme ümidi gördüğüne dayanarak Türkçü yazar niteleyebilirdiniz. Belki de Marks’ı tanımaya çalıştığı dönemlerde, Marksist olarak köşeye sıkıştırıldığını anladığında, ruhi buhranlarından bir sığınak, bir kaçış, bir yaşama gerekçesi gördüğü Marksizm’e sarıldığını görüp Marksist sanabilirdiniz onu. Ve sonra Sosyalizm. Hatta, sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacağı bir kale olarak gördüğü Ateizm. Ve maddecilikle gerdeğe girmeden kısa bir flört.
Fakat O, 1968’lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirt olarak görüyordu kendini. Siz onu neci olarak nitelerseniz fark etmez. O başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu çıraklık döneminde.

Yazar o dönemin problemlerine kimsenin kafa yormadığından yakınıyor. Sağı inzivaya çekilmiş mazlum ve mustarip, solu da manasını anlamadığı bir reçeteyi kekelerken buluyor. Düşmanlık ve diyalogsuzluğun kırılamayan fasit daire olduğunu belirtiyor. Bu memleketin ona göre cüzzamlılar ülkesi olmasının sebebi ise, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Yazara göre düşünce tezatlarıyla bir bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmektir. Düşünmek, özellikle insan üzerinde düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden bir kaçına dalıp çıkmakla olur. Demokrasi ve liberalizmde bu yasak bölgeleri kaldırmak demektir.
Yazar buraya kadar yaptığımız tasvirlerle herhangi bir tarikatın sözcüsü olmadığını, reçete yazacak bir formülünün olmadığını da belirtiyor. Dar ağacına da gitse tekrarlayacağı tek hakikatin her düşünceye saygı olduğunu ifade ediyor.
Yazar bu ülkede düşüncenin değil ideolojinin ön planda olmasından duyduğu yakınmaları sık sık dile getiriyor. Dört yıl Hindistan’ın Ganj kıyılarında vecitle dolaşıp sağcı olarak nitelenmesine, 20.yy onunla başlamasına rağmen iki yıl Saint-Simon’la uğraşmasına da solcu etiketi yapıştırılmasına şaşıyor. Halbuki yazar araştırmalarını etiket için değil ideal uğruna yapıyordu. Hint’i yazarken amacı Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, kuruntuları ve iftiraları yok etmek idi. Fakat her iki kitap peşin hükümlerin rahatını kaçırdı. Ne sol memnun oldu ne sağın hoşuna gitti.

Yazar sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmasını şöyle açıklıyor. Solun kadirbilmez tutumları onu gericilerin kucağına değil sadece yanına itmiştir. Fakat yazar kitaplarını okuyunca anlaşılacağı üzere, bu yakınlığın fikri iffeti açısından bir tehlike oluşturmadığını belirtiyor.

Yazar o dönemin rüzgarına neden kapılmadığına şöyle sebep gösteriyor: sağ okumuyor,bağırmak gereksiz çünkü ortada. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün, Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, neden okunmasın, bahane bulunamaz. “O halde siz basın” diye çözüm gösteriyor yazar. Bu çözümsüzlük çemberini kırmak mümkün olmuyor. Sol,sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. Sebep ise kime olduğu belirsiz ihanet. Düşünce birliği rüzgarda yanan kandil misali çünkü birlik düşünen insanlar arsında olmaktadır yazara göre. Hedef düşünen insan olmaksa, yazara göre düşünülmeyenlerin toplandığı herhangi bir tarafta olmak da anlamsız. Yazara göre kaleminin kuvveti mümkün olduğu kadar tarafsız oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun hükümlerini tayin eden ihtirasları değil… Tek kurtuluş imkanı da izahların dünyasına yolculuk ve fetih.
Yazarın İstanbul’da çıkan ilk yazıları ancak tercüme bürosunun kepazeliklerini ortaya çıkarmıştır. O edebiyata sürünerek değil, prens olarak girmiştir. Ondaki ilerleme ağacın dal-budak salıp büyümesinden başka izah edilemez. Dolayısıyla ilk yazılarıyla son yazıları arasında büyük bir fark beklenmez Cemil Meriç’ten.
Üslupta ilk üstad gördüğü Sinan Paşa’dır, sonra Süleyman Nazif, Cenap ve Haşim. Cemil Meriç’in amacı okuyucuyla yazarı ayıran engellerin hepsini yok etmektir. Yazar öyle bir ifade yaratmak istiyor ki sesini bütün hiziplere duyursun, attığı bir alev Türk insanının uyuşuk şuuruna mızrak gibi saplansın.
Yazara göre gerçek entellektüel sesini sadece hiziplere haykırmakla kalmamalı, ülkesinin haklarını düşman dünyaya haykırmakta görevi olmalıdır. O ya da bu sınıfın ideolog veya demagogu olmak değil, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek önemli. Tabi böyle bir düşünce şairane bir ütopya kalabilir “Bu Ülke”de. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan kopamaz, kopsa da okunmaz veya anlaşılmaz.
Bu ütopyadan öteye gidebilmek için en mükemmel bir silah mevcuttur. O da kalemdir. O silahla karanlıkları devirip, aydınlık çağlara ulaşmak mümkündür. Tarihe mal olacak, ebediyete yol açacak fetihler, kalemle yapılanlardır yazara göre.
Yazarın ilginç bir yönünü de tespit ediyoruz yazılarında. Hakikatte kendilerini konuşturduğu düşünce adamları, bir yönüyle yazarın tercümanlarıdır. Yazar, bir Balzac’ın bir İbn Haldun’un bir Machiavelli’nin arkasına gizlenmekte ve kendini bulmaktadır onlarda. Onları seçme nedeni kendini sahneye çıkarmak istememesi, bir şöhretin arkasına gizlenme ihtiyatından, bazen de onlarla boy ölçüşebileceğini kanıtlamak gibi bencillikten gelmektedir kendince.
Cemil Meriç’e göre bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da gerek yoktur. Fakat bu eksikliği telafi edecek ölçüde dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri, hakkında ansiklopedi yazacak kadar tanısın. Asillerini adilerinden ayırsın. Hiçbir düşünce taşımayan, kimse tarafından anlaşılmayan karanlık kelimeler vardır. Ama yine de onlar için yaşayıp ölen herkesin ağzındadırlar. Her dilden lügatlar elinizde bulunmalı ki okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmasın.
Avrupa’nın tahlilci zekası bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye böler. O’na göre dini kültürle dini olmayan kültür farklı kavramlardır. Dünyevi diyerek kültürü toprağa zincirleyen anlayış da  bir ideoloji yani bir aldatmaca değil midir? Batının dünyevi dediği kültür, yazara göre Batı’nın hakimiyetini sağlamlaştırmak için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideolojidir. Haçlı seferlerinden beri saldırının amacı tektir. Kılıçla kazanılmayan zaferi yalanla kazanmak. Tahrip edeceklerinin yerine sahtelerini yerleştirmek için kullandıkları araçlar ise ideolojilerdir.
Cemil Meriç’e göre Avrupa’nın tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Avrupa’nın bir mukaddesi zaten yoktu, amacı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmekti.
Cemil Meriç’in, “Bu Ülke”de ilerlerken edebiyat ve fikir dünyasının karanlık dehlizlerini aydınlattığını, bizim göremediğimiz hayret verici yanlarına şahit olduk. Kendini ve bakışlarını iç dünyasına çevirip şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşmasını anlattı bize. Entelektüel bir yazarın nasıl derece derece yoğrulduğunu gösterdi bize. Kendine orijin olarak Batı ve Batı düşüncesini alıp daha sonra, entellektüelin bütün eksenlerde dolaşsa da gerçeği ifade edebilmeyi öğrendik yazardan. Çünkü O’nun da düsturu Daniel de Foe’nin tabiriyle “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa,hem budala, hem de alçaktır”olmuştu yazılarında.
Sağcı ve solcu gibi sınıflandırmaları hiçbir zaman tasvip etmediğini, özellikle sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı-solcu gibi anlamsız tasnifler yapıldığını keşfettik yazılarında.
Yazılarına da aksettiği gibi hayatına iki kelime hakim olmuştur yazarın: öğrenmek ve öğretmek. Gördüklerini çağdaşlarıyla görüşmek ve tattığı zevki onlara da tattırmak tek emeli olmuştur her zaman.
Türk edebiyatının duayenlerinden Cemil Meriç’in “Bu Ülke” isimli kitabının özetini çıkarmayı amaç alarak yazıya başladık. Fakat kitabı okuyanların da göreceği gibi, resmin bir karakalem çalışmasıyla benzerini aldığımız bile söylenemez.
FARKLI KAYNAK ANALİZ

“Düşünce Dünyasında hiçbir fetih nihai değildir. Hepimiz birer Sizifos`uz. Hele, diyalogun olmadığı bir ülkede… Türk aydınının kaderi mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimai bir arayış. Bu kitap, bir davetten ibaret: birlikte aramaya davet. Yazarın tek düşmanı vardır: Bağnazlık. Düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selam.”diyor Cemil Meriç, Tektaş Ağaoğlu`na gönderdiği “Bu Ülke” kitabının ithaf yazısında… “Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim.” diye bahsettiği bu muhteşem eser , Cemil Meriç`in birözeti niteliğindedir…
 
Bu Ülke kitabından Bazı Pasajlar
Bir Avuç Duman 
Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden.
Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint’i çağdaşlarına. Kıt’alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler.
Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var.
Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz’ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal’i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan. Şark’ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret.
Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!
Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.
Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak.
İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.
(Bu Ülke – s. 220)
GERİCİ KİM?
Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal mali mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.
Ne güzel tarif; “Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan – Larousse). Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.
Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.
4. Murad’a, Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezelî hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!
Gerici, ilerici… Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.
(Bu Ülke s. 80)

SEN BİR AZ-GELİŞMİŞSİN
Kıt’aları ipek bir kumas gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar…
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az–gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nisân-i zîşân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.
(Bu Ülke s. 96)

DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
(…)
Kitap, istikbale yollanan mektup… smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… biri zamanın dışındadır, öteki “an”ın kendisi. Kitap, beraber yasar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter.
Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. (…)
(Bu Ülke – s.100)

ASALETİNİ KAYBEDEN İRFAN
İrfanı hisarla kuşatmış Doğu, mâbede bezirgân sokmamış. Yıllarca davar gütmüş, odun taşımış çömez… Meşaleyi çetin imtihanlardan sonra tutuşturmuşlar eline. “Emanetleri ehline tevdi ediniz.” demiş din.
Mürit: ceset. Can: mürşidin nefesi. Hint’te hocaların soyadı taşınırmış. Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.
Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.
(Bu Ülke – s. 99)

DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN
Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?
Batı’nın ilk romanlarından biri “Topal şeytan”. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya “hisse alınacak bir kıssa”dır.
Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.
Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.
Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.
(Bu Ülke – s. 120)

İNANANLAR KARDEŞTİR
Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. ister siyah derili, ister sarı… inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda. Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikayetsiz.
(Bu Ülke – s. 179)

Bu Ülke kitabından Inciler

Kelime
1
Bir adam Meçhule tırmanıyordu. Sisyphe’e benziyordu uzaktan. Bir adam Meçhule tırmanıyordu topraktan. Arkası uçurum, yanları duvar. Kaç sabah güneşle selamlaştılar, kaç aksam yıldızlar feneri oldu, bilmiyor.
Koro
Olemp’e yalnız gidilmez. Kervanla
çıkılır yola. Bin çıkılır, bir
varılır; bir çıkıp bir varılmaz.
Olemp’e yalnız gidilmez
Ve adam tırmanıyordu. Musa’nın gözünü kamaştıran nur, kavurdu gözbebeklerini.
Koro
Kayaya çaktılar Promete’yi, Homer’i
karanlığa gömdüler, Tanrılara yaklaşan,
Nemesis’in gazabına uğrar.
Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlara musallat Tanrıça… Ben ne Olemp’in sırlarını faşeden bir yari-Tanrıydım, ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem ki, parmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına layık gördün, seni utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım.
Ve Meçhule tırmanan adam Kelime oldu.
2
Tanrı, yıldızlarla oynayan bir çocuk.
Senin yıldızların kelimeler, söyle raksetsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin.
Kelime ormanda uyuyan dilber, sair uzaklardan gelen şehzade.
Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler.
Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi?
Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven.
Kelime, kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime adem.
3
Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir aksam. Nereden gelirler bilinmez. Kah çığlık çığlığadırlar, kah sesleri işitilmez.
Çiçeğe benzer kelimeler: turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgar sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz…
4
Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şarkıya kalbedemiyorsun. Ve sükut medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor.
Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.
Kitap
1
Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz. Büyükler de kıskanç, Tanrılar gibi. yalnız Numa’ya görünmüş Egeria. Beatrice, Dante için Beatrice. Kitaplar, kadınlara; kadınlar şehirlere benzer. Paris, Londra veya Madrid… herhangi bir dişi kadar muhteşem, herhangi bir dişi kadar alelade. İnsan şehriyle biner trene; şehri, yani zaafları, alışkanlıkları, zilletleriyle. Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında. Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.
2
Ruh yazının icadından beri ölümsüz. Kaya homurdanır, mermer gülümser, konuşan yalnız kitap.
Logos Spermaticos, diyor bir yazar: gebe bırakan söz. Kimi?
3
Kartacalı Augustinus, buhranlar içinde kıvranıyormuş. Bir yandan bütün sıcaklığı, bütün diriliği, bütün şuhluğu ile hayat: şarap, kadın, tiyatro… Ötede çile.
Kafesteki bir aslan gibi isyanla, öfke ile, endişe ile dolaşırken bir ses gelir kulağına hafiften: Al ve oku. Ve önünde bir kitap açılır: Aziz Petrus’un “Mektuplar”ı. “Ömrünüzü şölenle geçirmeyin. Kaçın tenin hazlarından.” Ve çapkın Augustinus, Aziz Augustinus olur.
4
Şuursuz bir büyücü Gütenberg! Işığı paçavraya hapsetmiş. Yüzyılları kutularla doldurmuş Gütenberg’in çocukları, peygamberleri işportaya dökmüş; tuğla kadar değeri kalmamış dehanın. Eflatun, bir sokak kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Don Kişot futbol maçı biletinden ucuz.
5
San Cassino’da çile dolduran Machiavelli, aksamları kütüphanesine girerken kirli libaslarından sıyrılır, bir tacidarın huzuruna çıkar gibi itina ile giyinirmiş. Sonunda kendi de kitap olmuş. Kitap, yani ışık.
6
Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar

Artikel Terkait

Yorumları Göster
Yorumları Gizle

11 yorum

sağolun :)

ya hoca ödev verdi bir aydır okuyorum ama anlamıyorum

Anlaşılması güç bir kitap değil mi

ama bence bazen insan kendini buluyor kitapta

acaba neden gözlerini kaybetmiş

teşekkür ederim işime yaradı :)

yannda osmanlıca -türkçe bir sözlükle okumalısın ki en azından anlayabilesin aslında fransızca ve başka dil sözlükleride olmalı ama şimdilik ir sözlük yeter-ÖĞRETMEN

Cemil Meriçin ideolojisi nedir?

Bu kitap nerede geçiyor?

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.


EmoticonEmoticon

Edebiyat yazılılarında başarınızı artırın, kanalımıza abone olun!