1 Şub 2014

OĞUZ ATAY "KORKUYU BEKLERKEN" ÖYKÜLERİNİN ÖZETİ...

Reklamlar


Oğuz Atay, 70 sonrası Türk edebiyatında postmodern tarzda yazdığı eserlerle kendisinden söz ettirir. O, yazdığı Tutunamayanlar (1972), Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı (1975), Korkuyu Beklerken (1975), Oyunlarla Yaşayanlar (1985), Günlük (1987) ve Eylembilim (1998) adlı kitaplarında 1970 sonrası Türk insanının yaşadığı bunalımı anlatmaya çalışmıştır.Sekiz hikâyeden oluşan “Korkuyu Beklerken” adlı öykü kitabı ilk olarak 1975 yılında yayımlanır.

Atay’ın, hikâyelerinde kurguladığı kahramanlar aracılığıyla toplumdan kendini soyutlayan, yalnızlaşan ve bunun neticesinde içselleşen problemli insanları anlattığını söyleyebiliriz. Bunalımlı insanların, bunalımlı yaşamlarını anlatmayı tercih eden Oğuz Atay, “Korkuyu Beklerken” isimli öykü kitabında da sorunlu bireyleri anlatmıştır. Toplum dışına itilmiş, kendini toplumdan uzaklaştırmış, içine kapanık, çıkar yol bulamayan, kimliksizleşmiş bireylerin dünyasını tanıtır bize Oğuz Atay. Yaşamlarını, sıkıntılarını okuduğumuz bireyler aslında bizlerizdir. Atay’ın kahramanları kendi gölgelerinden bile ürkerken, yaşamak ile yaşamamak arasındaki ince çizgide gidip gelen, sürekli düşünen, araştıran, sorgulatan kahramanlardır. İçinde yaşadığı topluma yabancılaşan bu insanlar çareyi kabuklarına çekilmekte bulurlar. Kaplumbağa misali içine gizlendikleri bu kabuk kimi zaman bir korunak kimi zaman da ağır bir yüktür. Sırası geldiğinde kırmak istedikleri bu kabuk ne yazık ki onlarla bütünleşmiştir artık. Umutsuzluk ve karamsarlık yazarın bütün öykülerine hâkimdir. Toplumun tutarsızlıkları, ikiyüzlülükler kısacası acı gerçekler bireyin iyiliğini yitirmesine sebep olur.
I.Beyaz Mantolu Adam
Kitaptaki ilk öykü “Beyaz Mantolu Adam” adını taşır. Hikâyenin kahramanı dilenci, öykü boyunca hiç konuşmaz; söylenenlere tepki vermez, onları duymazlıktan gelir. Kendi içinde bir dünyada yaşıyor gibidir. Bir sokak satıcısından aldığı beyaz bir kadın mantosu ile dolaşmaktadır. Satıcının “gülünç olursun” laflarına aldırış etmez. Üzerinde koca düğmeli beyaz manto ile dışarıda gezmeye devam eder. Etraftakiler kendilerine benzemeyen bu insana bir yabancı gibi bakarlar. Onu “Hey Mister!” diye çağırırlar. Biri ona işportada gömlek sattırır, bir başkası cami avlusunda dikilirken eline para sıkıştırır, bir diğeri de tuhaf görünüşü nedeniyle müşteri çekmesi için onu vitrine koyar. Bütün bu işleri istem dışı yapar, hiçbir şeye karşı koyamaz. Ne çevreye uymaya çalışır ne de eylem verecek bir tavır içindedir. Konuşan, gülen, birbirleriyle kaynaşan insanlarla dolu bir dünyada karşıt, aykırı bir figür olarak karşımıza çıkar. Her şeyi ile toplum gerçeğine aykırıdır. Zamanla çevreden tepki almaya başlar. Bazıları kötü bir hastalığı olduğunu düşünerek ondan tiksinir, bir diğeri üzerinde kadın mantosu taşıdığı için sapık olduğunu iddia eder. “Halkın huzurunu ihlal ettiği” kanısı uyanır. Giderek artan baskı karşısında toplumdan kaçmaya başlar. Mantosuyla denize girer, ilerler, üzerindeki giysilerin ağırlık yapması ve kendisinin de hiçbir çaba göstermemesi neticesi boğularak ölür.
Bu hikâyede birey toplum uyuşmazlığı en çarpıcı biçimde gözler önüne serilir. Toplumdaki geçerli ölçütlerin dışına çıkmış bireyin; değer yargıları, davranışları ve yaşam biçimleri ile bir bütün olan karşıt dünyadaki insanlar arasındaki konumu anlatılır. Böylece topluma yabancılaşan bir bireyin varlığı gözler önüne serilir. Hikâye için “Özgürlüğü kendi iç dünyasında arayan bir adamın hikâyesi” tanımlaması yapılabilir. Adamın beyaz bir kadın mantosu giyerek toplum içinde dolaşması bir yabancılaşmanın yanı sıra bir kaçışın da ifadesi olarak düşünülebilir. Beyaz Mantolu Adam kalabalık içinde yalnızlığı yaşayan adamdır. Bu adam aracılığıyla kendi duygu ve düşünce dünyasını toplumun değer yargılarıyla uyuşturamayan başka bir ifade ile kendi değer yargılarının toplumla uyuşmadığı bir dünyada çatışma halinde olan insan anlatılmaya çalışılır. Bu durum, “Birey – Toplum Çatışması” şeklinde adlandırılabilir. “Beyaz Mantolu Adam, öyküsünün yaşamdaki esin kaynağının, Çiçek Pasajı’nda kemer satan bir adam olduğunu söylüyordur yakın çevresi. Saçı sakalı birbirine karışmış yarı meczup bir adamdır bu. Çiçek Pasajı’na her gelişlerinde meyhanelerin kalabalık / gürültülü dünyasının ortasında, koluna astığı kemerlerle hiçbir canlılık belirtisi göstermeksizin bir portmanto askılığı gibi orada öyle dikilip duran bu adam Atay’ın çok ilgisini çekiyordur… Öykünün odağındaki, beyaz mantoyla dolaşan adam ise bir tutunamayan logosudur.” Hikâyede toplumla uzlaşamayan, barışık olmayan bir insanın toplum nazarında kendisi ile hesaplaşmasını görürüz. Dış dünyada toplumla çatışan birey, ruh dünyasında kendi iç beniyle mücadele halindedir. Onun kendi iç beni ile olan mücadelesi, topluma uzaktan bakmasına neden olur. Bir çıkış yolu bulamayan hikâyenin kahramanı hikâyenin sonunda intihar ederek kendisini cezalandırmış olur. Bu intihar, kendi kendisini aşamayan bireyin çaresizliğinin bir göstergesi olarak da düşünülebilir. Hikâye kahramanının toplumla uyum sağlayamaması, beyaz bir kadın mantosu giyerek sokağa çıkması, var olan toplum düzenine bir başkaldırı olarak da izah edilebilir. Atay’ın Beyaz Mantolu Adam hikâyesi ile modern dünyadaki insanın buhranlarını ve çıkmazlarını anlatmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu hikâye ile kalabalık içinde kendi kabuğuna çekilen, her geçen gün biraz daha yalnızlığa mahkûm olan çağımız insanının dramı verilmek istenmiştir.
II. Unutulan
Kitaptaki ikinci öykü “Unutulan” adlı öyküdür. Bu öykü bir kadının kocasına söylediği eski kitaplara bakma bahanesiyle evlerindeki tavan arasına çıkmasıyla başlar. Tavan arasına kocasının verdiği fenerle çıkan kadın önce bir torba görür. Bu torbadan ilk defa giydiği tuvaletini ve beklemekten çürümüş ayakkabılarını çıkarır. Bu ayakkabılardan birini sol ayağına giyer ve topallayarak uzakta gördüğü resimlerin yanına gider. Bu resimlerin içinden anne ve babasının resmi çıkar. Bir an geçmişe dönerek annesiyle babasının hem birbirlerini hem de kendisini anlayamadıklarını düşünerek onları unutmadığını ifade eder. Ayrıca resimleri yan yana koymaması gerektiğini düşünür ki; annesi ile babası gerçek hayatta bırakın bedenlerini, mezarlarının yan yana olmasını istemeyen insanlardır. Kadın, resimleri karıştırmaya devam eder. Onları eleştirir. Aralarında eski kocasının resmini bulur. Daha sonra kitap sandığı aklına gelir ancak kitap sandığının yerinde değişik karaltılar vardır. Korkarak yanına yaklaşır ve onun eski kocası olduğunu görür. Eski kocasının sol elinin boşta, sağ elinin ise bir tabanca tuttuğunu fark eder ve onun kendisini öldürdüğünü düşünür. Sonra hatırlamaya başlar. Eski kocasıyla şiddetli bir kavga ettikleri gün, eski kocası tavan arasına çıkmış, kadın da evi terk etmiştir. Kadın o gün eve yalnız döner. Kadın, yine o günleri hatırlayarak geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, babası ile annesinin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, mutsuz insanlarla uğraşma gibi nedenlerle eski kocasını tavan arasında unuttuğunu anlar. Kendi kendine çıkış yolları arayan kadın, onun o gün bir yolunu bulup gittiğini düşünür ve kendisini bu düşünceye inandırmaya çalışır. Kadın ölmüş olan eski kocasına onu hala unutmadığına inandırmak ister. Tekrar el feneriyle eski kocasının cesedini incelemeye başlar ve beynindeki kurşun yarasından giren hamam böceklerinin beynini yediklerini görür, kendi kendine onu çok fazla yalnız bıraktığını mırıldanır. Kadının kocasının aşağıdan sorduğu soruya cevap vermesiyle öykü son bulur.
Unutulan öyküsünün günlük hayatımızda yoğun bir şekilde yaşayan insanımızın böyle bir tempo içerisinde unuttuğu değerleri hatırlatmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Hikâyedeki kadın, günlük işlere kendini kaptırdığı için intihar eden eşini tavan arasında unutmuştur. Yazar, bu noktada sevgi yoksulu çağdaş insanın trajedisini yakalar: Aşkı sevgiyi ve sevgiliyi, işe yaramaz bir eşya gibi tavan arasına iten ve orada unutulmaya terk eden, günlük işlere batmış insanın trajedisidir bu! Günümüz insanı hayatını devam ettirmek için öyle bir mücadele içindedir ki bazı şeyleri bırakın yapmayı hatırlamaya dahi fırsat bulamamaktadır. Hikâyedeki kadının dünya işlerine dalarak eski kocasını tavan arasında unutmasında bir ironi vardır. İnsanoğlunun gündelik hayatında yaşadığı yoğunluk, birçok duygu ve değeri unutmasına neden olan en büyük etkendir. Hikâyede anlatılmak istenen de budur.
III. Korkuyu Beklerken
Kitaptaki üçüncü öykü “Korkuyu Beklerken” adını taşır. Kitaba adını veren bu hikâyenin kahramanı lise mezunu bir adamdır. Şehirden uzakta, müstakil evinde tek başına yaşayan bu insanın düzeni bir akşam evde bulduğu bir mektupla bozulur. Bu mektup, alışılmış dilin dışında, bilmedik, tanımadık sözcüklerle yazılmış bir başkaldırı, anlamsızlık simgesidir. Mektubu çözmek için uğraşan hikâyenin kahramanı bir sonuç alamayınca mektubu ölü diller uzmanı bir arkadaşına götürür. Ölü diller uzmanı ona mektubun gizli bir mezhep tarafından yollandığını, mektubu aldığından itibaren kesinlikle evden dışarı çıkmamasını bildirdiklerini söyler. Tek başına kurduğu düzen, bu anlamsız imgelerle birden bire yıkılır. Eve kapanır, açlıktan ölmeye bile razı olur. Ama yeni açılan marketten gelen motosikletli çırak onu kurtarır. İkinci kez yine açlıktan ölmek üzereyken kapı çalınır, bankadaki hesabına büyük ikramiye çıktığını öğrenir. Açlıktan ölmeyi bile beceremez. Ama sonunda teslim olur. Hatta akıl hastanesine yatmak isteğiyle bu teslimiyetini ortaya koyar. Gaz döküp evi yakmaya karar verdiği zaman yere koyduğu gazetelerden birinde UBOR – METENGA (Üstün Yol) adlı gizli mezhep üyelerinin yakalandığı haberini okur. Evden kaçar, bir süre tanıdıklarında kalır. Artık yalnızlıklarından kurtulmak istemektedir. Gerçekten düzene uymaya, onların istediklerini yapmaya, evlenmeye hazırdır. Kendisine bir kız bulunur. Onunla gezer, yemeğe çıkar ancak bu yaptıkları kendisine çok komik gelir. Sonunda mezhepten nefret eder. Çünkü korkusunu bir türlü içinden atamaz. Belirli insanlara tehdit mektupları yazar. Ancak bu insanlar günlük yaşamlarını sürdürmeye devam ederler, evlerine kapanmazlar. Bu da yetmez, karakolu arar ve kendisini ihbar eder. Belirli insanlara tehdit mektupları yazdığını itiraf eder. Yaptığı bu davranışları, mezhepten öç alma isteği ile yaptığı söylenebilir. “Kimseden korkum yok.” cümlesini ifade etmesi ve mezhebin kendisine yolladığı mektupta yazılanları tekrar etmesiyle öykü biter.
Kendi halinde yaşayan bir kişinin gece yarısı bilinmeyen bir örgüt tarafından evine gelen mektupla hayatı değişir. Korkuyu Beklerken, bu kişinin o mektuptan sonra yaşadıklarının hikâyesidir. O günden sonra sürekli bir korkuyla yaşayan hikâye kahramanı, bu korku neticesi toplumdan uzaklaşır, bireysel heyecanlar yaşar. Kafasında çeşitli senaryolar kurar. Bu davranış biçimleri kahramanın iç dünyasında yaşadığı karmaşanın bir neticesidir. Korkuyu Beklerken, kafkaesk özellikleri ağır basan uzun bir hikâye. Yazar, toplumdan uzak bir köşede, yalnız yaşayan, dünyadan, tabiattan insanlardan kopmuş, sürekli tedirgin, huzursuz, ömrünü ayrıntı ayıklamakla geçiren, gizli güçlerin kendisini tehdit ettiğini sanan ve korkuyla kıvranan bir kişinin iç dünyasını, onun bunalımlarını – iç monolog halinde – başarılı bir şekilde yansıtır. Korku, hayatla mücadele içindeki insanın duygu hâlidir ve bu hikâyede yaşama biçimine dönüşmüştür. Sürekli korku içindeki hikâye kahramanı, hayatla yenişemeyen bir insanın nasıl içselleştiğini gösterir. Bu içselleşme, kahramana gelen mektupla değil daha önceden süregelen bir içselleşme olarak düşünülebilir. Bu hikâyedeki kahramanı korkuya düşürenin, bir gün evinde bulduğu adressiz zarf içinden çıkan anlaşılmaz dildeki mektup olmadığı, onun zaten mektubu bulmadan önce derin bir korku içinde yaşamakta olduğu söylenebilir. Kendisiyle ve toplumla barışık olmayan insan her zaman korkuyla yaşamaya mahkûmdur. Korku, aynı zamanda bir uyumsuzluk göstergesidir. Hikâyenin sonunda rahatlayan kahramanın öncelikle kendisiyle barışması daha sonra topluma yönelik eğilimleri, duygu ve düşünceleri, hezeyanların olmadığı normal bir hayata dönüşün işareti olarak algılanabilir.
IV. Bir Mektup
Kitaptaki dördüncü hikâye “Bir Mektup” adını taşır. Bu mektup bir şizofrenin hezeyanlarını yansıtır. Hikâye kahramanı bir içki meclisinde tanıştığı bir adamın öylesine verilmiş bir iş vaadini ciddiye alarak adamın bürosuna gidebilecek kadar yüzsüzdür. Bu adama bir mektup yazar, fakat mektubu göndermeyi düşünmez. Bu mektup bir bakıma bir iç boşaltma, kendini rahatlatmadır. Hikâye kahramanı işi dalkavukluğa vuracak derecede patronuna iltifat eder. Lüzumsuz bir şekilde köpeğinden, kendisinden, yaşlı sevgilisinden bahseder. Mektubu bitirmenin zamanı geldiğini düşünerek asıl söylemek istediğini söyleyemeden bir sürü gereksiz ve patronunu ilgilendirmeyen şeyler anlatarak mektubunu bitirir.
Bu hikâye, alınan bir iş vaadinin arkasından yazılan mektup ile başlar. Mektup gerekli gereksiz birçok şey ile doludur. Hikâyenin üç önemli şahsı vardır. Bunlar; hikâyenin kahramanı, üçüncü kişi ve köpektir. Figüran olarak da patron ve taksi şoförü kullanılmıştır. Hikâyenin kahramanı ne yaptığının farkında olamayan, sıradan ve yalnız yaşayan bir kişidir. Hikâyedeki köpek, korkunun ifadesidir. Üçüncü kişi ise kahramandan farklı biri değildir. Kahramanının üst benini temsil eder. Daha olgun, daha mantıklı düşünebilen fakat bozulan toplum karşısında kaybolup giden bir şahıs, bir çeşit tutunamayandır. Hikâye, kahraman ile kahramanın üst beninin çatışması üzerine kurulmuştur. Hikâyedeki kokteyl partileri ise bozulmuşluğun bir yansıması olarak düşünülebilir. Hikâyedeki kahramanın yazmış olduğu bu mektup, onun dışa vuramadığı duygu ve düşüncelerinin yazıya aktarılmış hâlidir. Kısacası mektup, iç benin ifadesi olarak algılanabilir.
V. Ne Evet Ne Hayır
Kitaptaki beşinci hikâye “Ne Evet Ne Hayır” ismini taşır. Bu hikâye gazetenin gönül köşesinde okurların dertlerine çare bulmaya çalışan bir gazeteciye gönderilen mektuptan oluşan bir hikâyedir. Mektubu yazan yirmi dört yaşında uzun boylu, esmer bir gençtir. Çok sevdiği bir kız vardır. Mektubunda bu kız yüzünden yaşadığı gönül kırgınlığını ve başına gelenleri detaylı bir şekilde anlatır. Gazeteci zaman zaman bu gence acır ve onun cahilliği ile alay eder. Genç, sevdiği kıza onu sevdiğini belirtmiştir. Fakat kız gence “Ne Evet Ne Hayır” cevabını vermiştir. Hikâye de bu belirsizlikten ismini alır.
Bu hikâye aslında M.C’nin hikâyesidir. Sevdiği bir kız vardır. Ona defalarca arkadaşlık teklif etmesine rağmen bir karşılık alamaz. Çareyi gazetenin gönül köşesine mektup yazmakta bulur. Buradaki gazeteci (Dr. Akın Korkmaz) farklı işlerle uğraşmış en son gazetecilikte karar kılmış bir tiptir. Kızın devamlı M.C’yi oyalaması herhangi bir cevap vermemesi (Ne Evet Ne Hayır), hikâye kahramanı M.C’nin psikolojik olarak etkilenmesine neden olur. “Peki kimdir bu? Büyük ülküleri olmayan, tek yanlı bir aşk uğruna kendini heba eden, karmaşık duygu ve düşünceler içinde kıvranan, çelişkiler içinde bocalayan, şaşkın delikanlı kimdir? Kanaatimce, bunalımları, çelişkileri ve şaşkınlığıyla o, son dönemlerde ortaya çıkan arabesk tutkunu gençleri temsil eder. Bu genç komşu kızının aşkı uğruna – ki üstelik kız onu reddetmiştir ama o bunu anlamaz veya anlamak istemez- kendini yerden yere vuran, çelişkiler içinde bocalayan “arabesk toplum”un “mecnun”larından biridir. Bir bakıma Oğuz Atay, bu hikâyesinde bireyden hareket ederek arabeskleşen toplumumuzdaki çelişkileri, uyumsuzlukları kültürel bunalımımızı –ironik bir anlatımla – sergilemektedir.” M.C. hikâyenin sonunda hapse düşer, ölmek ister. Yirmi dört yaşında olmasına rağmen bembeyaz saçlara sahiptir. Uğrunda bu hallere düştüğü kız ise bir başkasıyla nişanlanmıştır. M.C., Dr. Akın Korkmaz’a (gazeteciye) ne yapması gerektiğini mektupla sorar fakat yıllarca verilmeyen cevabın bir hayatı yok ettiğini göremeyecek kadar acizdir. Kısacası “Ne Evet Ne Hayır”, M.C’nin bir türlü sonuçlanmamış platonik aşk öyküsüdür; başka bir deyişle umutsuz bir aşkın hikâyesidir.
VI. Tahta At
Kitaptaki altıncı hikâye “Tahta At” adını taşır. Bu hikâyede turistlerin gelip gittiği bir sahil kasabasında yapımı düşünülen tahta atın etrafında yaşananlar anlatılmaktadır. Bu tahta atın yapılması için belediyenin düzenlemiş olduğu bağış gecesi ve bu gecede yaşananlar aksettirilir. Bu olaylar gergin bir havada meydana gelir. Sonuçta yapılması düşünülen tahta at için bağış toplanır. Olaylı geçen bağış gecesinden sonra kasabanın üstünde belirgin bir dehşet havası esmeye başlar. Çünkü o gece, hikâyenin ana kahramanı olan Tuğrul Bey olay çıkarmıştır. İş, toplanan para ile tahta atın yapımına kalmıştır. Tahta atın yapım işlerine başlanır ve tahta atın yapımı bitirilir. Tahta atın tanıtılacağı tören günü Tuzcuların Bekir’in oğlu Tuğrul Bey elindeki av tüfeğini, tahta atın yapımından sorumlu olanlara doğrultur.
Bu hikâye, bir kasabada yapımı düşünülen tahta atın karşısında durmaya çalışan Tuğrul’un hikâyesidir. Herkes bu atın yapımının kasabaya kazanç sağlayacağı görüşünde birleşirken Tuğrul’un bu yapıma direnişi, düzene direniş olarak algılanabilir. “Batı karşısında kendimizin, Batı’ya bakışımızın, Batı’nın bizim için neyi ifade ettiğinin humour’la karışık bir şekilde okura sunulduğu bu öyküde, kendine özgü yönleri olan ve toplum normlarına uymayan Tuğrul, sanki “Tahta At”lara karşı savaş açmış bir Don Kişot’tur.”  Çünkü O, tahta atın batı modeli olduğunu düşünür ve yapıldığı takdirde kültürümüzü baltalayacağına inanır. Hikâye, Tuğrul ile kasaba halkı arasındaki çatışmaya dönüşür. Birey – Toplum çatışması olarak adlandırabileceğimiz bu çatışmanın arkasında bir zihniyet ve bakış açısı problemi vardır. Tuğrul Bey’in doğrulttuğu bu silah, mücadelenin geldiği en son aşamayı gösterir. Bu mücadele var olmak – yok olmak zıtlığına kadar gitmiştir.
VII. Babama Mektup
Kitaptaki yedinci hikâye “Babama Mektup” ismini taşır. “Sevgili Babacığım” diye başlayan öykü mektup tarzında yazılmıştır. Bu mektup, orta yaştaki bir erkeğin babasına karşı duyduğu sevginin, öfkenin, sitemin bir yansımasıdır. “Öykü, babasını iki yıl önce yitirmiş olan yazarın, yine mektup formunda oluşan, babasını keşfetmesi ve kendi iç dökmelerinin iç içe geçtiği bir hesaplaşma görüntüsü çiziyor. Babasını, o zamanın çıkarcı ve yapay insan ilişkileri içinde bir yere oturtamayan Atay, bugün de aynı şeyi kendisinin yaşamakta olduğunu, bir zamanlar babasında görüp de yadırgadığı şeyleri bugün kendisinin yaptığını, pek çok konuda gittikçe babasına yaklaştığını düşünüyor. Geç de olsa, aslında babasının da bir “Tutunamayan” olduğunu keşfediyor.” Mektubu yazan hikâyenin kahramanı, iç monolog olarak adlandırabileceğimiz bu satırlarda; birçok fırsatı değerlendiremediğini, çaresizlik karşısında babasına duyduğu özlemi, özlemin hatırlattığı annesini, babasıyla yaşadığı anıları, giderek babasına benzeyen yönlerini fark etmesini, babasına, yaşına ve mesleğine ilişkin tanımları, babasının sevdiği yemekleri, asla gitmediği sinemayı, hiçbir zaman roman okumamasını, türkü sevdiğini, sert duygusuz karaktere sahip olan babasını değiştirmenin mümkün olmadığını, babasını oğlundan başka kimsenin anlamadığını, aralarında hiçbir zaman baba-oğul ilişkisinin olmadığını, babasının egoist olduğunu ve bu egoistliğin kendisinde de görüldüğünü anlatır.
Bir oğlun babasına yazdığı bu mektuptan oluşan öykü, bastırılan duyguların ve böyle geçen bir hayatın hikâyesidir. Bir çeşit özeleştiridir. “Babama Mektup” isimli metinde varoluşuyla ilgili endişe duyan ve ölen babası üzerinden kendisiyle hesaplaşma cesaretini gösterebilmiş olan sanatkârın kaleminden çıkmıştır. Yıllarca aynı mekânı paylaşarak beraber yaşadığı babasına ancak o öldükten 2 yıl sonra içten bir dil ile seslenebilen yazar, bireysel yaşanmışlığı üzerinden örnek okuru da görünmeyen bağlarla içerden sarar, sarmalar. Dolayısıyla Atay’ın açık bir yapıt özelliği gösteren bu mektubunun anlam alanı, özelde her ne kadar yazar ile babası arasında sınırlı olsa da, genel olarak kendisine, babasına, hayata, eşyaya ve ben’i etrafında cereyan eden hadiselere herkes gibi bakmayanlara yönelik olarak çoğalmaktadır. Mektubu yazan hikâyenin kahramanı yaşadığı bütün gel-gitleri bu mektupla açıklamak ister. Gerçekte bu mektup sessiz bir haykırışın ifadesidir. Hikâyeyi yazan oğul, bu mektup vasıtasıyla şimdiye kadar söyleyemediklerini söyler. Bu mektupta anlatılanların daha önce ifade edilmemesi, duyguların bastırılmasıyla belki de korkuyla alakalıdır. Hikâyede verilmek istenen diğer bir mesaj da “kuşak çatışması”nı yaşayan nesillerin aralarında görülen kopukluktur. Baba ve oğul arasındaki soğukluk da bu nedene bağlanabilir. Hikâye kahramanının bastırılmış duygularının arkasında hep bir anlaşılmamak problemi vardır. Kısacası bu mektup, duygularını bastıran, hissettiklerini zamanında söyleyemeyen bir bireyin haykırışının, isyanının ifadesidir.
VIII. Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya
Kitabın son hikâyesi “Demiryolu Hikâyecileri”, ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasının demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyecinin anlatıldığı bir öyküdür. Hikâyenin kahramanları, genç hikâyeci, Yahudi ve genç kadın, yaşamlarını seyyar hikâyecilik yaparak geçirirler. Hikâyenin kahramanı ve diğer iki hikâyeci istasyonda kendilerine tahsis edilen odalarda kısa hikâyeler yazarak gelen trenlerdeki insanlara bu hikâyeleri satarlar. Bir bakıma demiryolu idaresinin memuru gibi çalışırlar. Ancak hikâye kahramanı, “memur hikâyeci” tanımlamasını kabul etmez. Bir sanatçı olarak nitelendirilmek ister. Yolcular, hikâyelere pek ilgi göstermezler. Fakat üç hikâyecinin istasyon dışındaki dünya ile ilişkileri olmadığı için bundan başka yapacak işleri yoktur. Bu yüzden çok zor şartlar altında hikâye yazmaya devam ederler. Gerektiğinde kelimeleri aramak için sözlük bile bulamazlar. Her gün yazmak zorunda oldukları hikâyelerinde, hikâyelerinin dışında kalan kelimeleri pek hatırlamazlar. Hasta olan Yahudi hikâyeci bir gün ölür. Hikâyenin kahramanı ise genç hikâyeci kadına âşık olmuştur. Ancak bir süre sonra genç hikâyeci kadın da istasyonu terk eder. Yalnız kalan hikâyenin kahramanı, hikâyelerini satamasa da yazmaya devam eder. Hikâye “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” cümlesiyle son bulur.
Bu hikâyede bir demiryolu istasyonundaki seyyar hikâyeciliğin zorlukları anlatılmaktadır. Denilebilir ki “Demiryolu Hikâyecileri” bir durum öyküsüdür. Yaşadığımız ülkeyi, kasabalarını ve bildiğimiz insanları yaşayamayacağımız, bulamayacağımız bir coğrafya ve içindeki insanlarla bir “düş-dünya” içinde yeniden kurgulamaktadır Oğuz Atay. Hikâye bu istasyondaki üç hikâyecinin, hikâyelerini satarak geçimlerini sağlamaları üzerine kurulmuştur. Asıl hikâye, kahramanın hikâyesidir. Hikâye yazıp satmaktan başka bir iş bilmeyen hikâyenin kahramanı, toplumdaki bireyi temsil eder. Başlangıçta sık sattığı hikâyeler umudun simgesi olarak düşünülebilir. Arkadaşlarından Yahudi satıcının ölümü, genç bayanın istasyonu terk edişi, hikâye kahramanının yalnız kalmasına neden olur. Umudun simgesi olan hikâyeleri ise artık eskisi gibi satılmamaktadır. Umut, yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Kısacası bu hikâyede, iki arkadaşıyla beraber bildikleri işi yaparak (hikâye yazarak) yaşamaya çalışan genç hikâyecinin iki arkadaşını yitirmesi, bildiği işten belli bir müddet sonra para kazanamamasının dramı anlatılır. Bu dram kendini yenileyemeyen bireyin çaresizliği olarak da algılanabilir.

ALINTIDIR: FATİH SAKALLI, TUTUNAMAYANLARIN HİKÂYELERİ ‘KORKUYU BEKLERKEN’

Artikel Terkait

11 yorum

Elinize sağlık...

çok teşekkür ederim, işimi çok gördü...

Çok teşekkür ederim kardeş. Gelmiş geçmiş en iyi yorumculardan birisin bu arada. Edebiyattan çok iyi anladığın belli oluyor. Umarım bir gün bunları paraya çevirirsin de boşa gitmez. Haydi Allah'a ısmarladık.

Allah razı olsun.

Allah razı olsun süpersiniz

Allah razı olsun çok güzel b . Yorum katmişsiniz (Akınalaselamlar)

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.


EmoticonEmoticon