8 Nis 2012

YAHYA KEMAL BEYATLI "GECE ŞİİRİ"NİN TAHLİLİ...

Reklamlar



Şiir tahlili- Gece Şiiri -Yahya Kemal

GECE - YAHYA KEMAL BEYATLI
İNCELEYEN: İSMET EMRE
Kandilli yüzerken uykularda
Mehtâbı sürükledik sularda.

Bir yoldu parıldayan gümüşten,
Gittik... Bahs açmadık dönüşten.



Hulyâ tepeler hayâl ağaçlar...
Durgun suda dinlenen yamaçlar...

Mevsim sonu öyle bir zaman ki
Gâip bir mûsikîydi sanki.

Gitmiş, kaybolmuşuz uzakta...
Rü’yâ sona ermeden şafakta.(1)

Yahya Kemal BEYATLI

Şiir ve Zihniyet
Yahya Kemal, tıpkı Ahmet Haşim gibi şiiri bağımsız, kendi başına değeri olan, amacı kendinde menkul bir yapı olarak gören şairlerimizdendir. Onun herhangi bir ideolojinin emrine girmesine, herhangi bir duygu yahut düşüncenin taşıyıcılığına indirgenmesine şiddetle karşı çıkar. Bununla birlikte, özellikle Ahmet Haşim’den ayrılan tarafı: Şiirin konusu olarak toplumsal, tarihsel, siyasal duruşları da görmesi, görebilmesi ve şiiri bütünüyle bireysel olmaktan çıkararak toplumsal bir estetik duruş olarak düşünmesidir. Ancak bu duruş onun şiiri “estetik” bir bütün olarak görmesini ortadan kaldırmaz.

Yahya Kemal şiirinin zihniyet uçlarını bulmak için tekil bir yaklaşım göstermek yetmez, daha bütüncül bir arayışa girmek gerekir. Prof. Dr. Belkıs Gürsoy’un deyişiyle; “bugünün değil, bütünün peşinde olan şair, geçmiş, hal ve geleceği Doğu ve Batı’nın kültür mirası ile yoğurup yeni ve orijinal bir terkibe ulaştı. Ömrünün büyük bir kısmını kahvelerde geçerin şair, hem serazat yaşayışıyla, hem de ulaştığı terkiple kendinden önce gelenlerden farklıydı. Fikri buhranlarla sarsılan bir dönemde etrafında yeni ufuklar açtı.” (2) Gerçi Yahya Kemal’in Gece şiiri yukarıdaki yaklaşımı tam karşılayan ve onu özetleyen bir metin değil ancak yine de şiirin bireysel temalarından sızan tarih özlemi ve bazı göstergeler bu gerçeğe yaklaşıyor diyebiliriz. Örneğin Kandilli’nin uykularda yüzmesi, mevsim sonunun kaybolmuş bir musikiye benzemesi, anlatıcının daha rüya sona ermeden şafakta kaybolması, tepelerin rüya, ağaçların hayal olması hep bireysel temadan genele, bugünden geçmişe, Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya uzanan bilinç kaymalarıdır. Bütün bunlar Yahya Kemal şiirinin zihniyetine dair ipuçlarını ortaya sererler. Bu yönüyle anlatıcı bir anlamda sevgilisiyle mehtaplı bir gecede yolculuğa çıkar, etrafı seyrederken hem bireysel geçmişine hem de kolektif geçmişine bir yolculuk yapar gibidir.

Şiirde Ahenk

Türk şiirinde, belki de ahenk deyince ilk başta akla gelen şairlerimizden biridir Yahya Kemal. O da tıpkı Ahmet Haşim gibi şiiri anlamdan ziyade musikiye yakın görür. “Şiir, rythme yani nazım sanatı olduğu için güfteden önce bir bestedir. Mısralarında nağme hissedilmeyen bir manzume sadece bir güftedir ki onu nesir sahasına atarız. Mısra mısra bir beste olan manzume ise asıl şiirdir.”(3) İşte Gece şiirini biraz da bu noktadan görmek ve değerlendirmek gerekir.

Şiirin vezni: Mef û lü/ me fâ i lün/ fe û lün. Şiirin dördüncü beytinin ikinci mısrasında sekt-i melih yapılmıştır. Bilindiği gibi bu vezin Seyit Nesimi’den başlayarak Türk şairleri tarafından sıklıkla kullanılmış, Türkçe ile uyum göstermiştir. Hatta, Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun Mesnevisine vezin olma niteliğini kazanmıştır. Aruzun bu vezninde bazı mısraların ilk dört hecesinin arka arkaya uzun/kapalı hece olarak sıralanması mümkündür. Gece şiirinin “Gaib bir musikiydi sanki” mısrasında baştaki ilk dört hece (ga-ib-bir-mu) arka arkaya kapalı/uzun şekilde yer almıştır. Burada temel amaç şiire vezin hareketi kazandırmak ve seslerin akışındaki ahengi zenginleştirerek, melodiyi tekdüzelikten kurtarmaktır. Hal böyle olunca söz konusu mısradaki vezin; mef û lün/ fâ i lün/ fe û lün şekline dönüşmüştür. Şiirin ikinci beytinin ikinci mısrası ile son beytin ilk mısrasında da durum aynıdır.

Görüldüğü gibi Yahya Kemal sadece beş beyitli bir şiirin üç mısrasında sekt-i melihe başvurarak kendine özgü “saf şiir” anlayışının doğal yansıması olarak şiire çok geniş bir ahenk alanı yaratmıştır.

Şiir Dili

Şiir Dili ve Türk Şiir Dili adlı eserinde Doğan Aksan şöyle diyor: “Birçok dilbilimci şiir dilini ‘dil içinde ayrı bir dil’ kabul ediyor. Bunun nedeni, şiirin amacının iletişim değil, heyecan verme, etkileme oluşudur, diyebiliriz.” (4) Ancak, unutmamak gerekir ki şiire özgü bu heyecan verme, duygu taşıma işlevinin yerine getirilebilmesi için dilin nesir dilinden ayrılarak kendine özgü bir doğaya bürünmesi/büründürülmesi gerekmektedir. Hal böyle olunca da ‘şiir dili’ne özgü ses unsurları ile söz sanatlarının yarattığı bir dil mekanizması kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Yahya Kemal’in Gece şiirinin daha başında şiir diline özgü bir sapmadan bahsedilebilir: Uykularda Kandilli’nin yüzmesi, nesir diline özgü bir söyleyiş değildir. Bir semtin uykularda yüzmesi ancak şiir söz konusu edildiğinde kabullenilebilir; yoksa, uykularda yüzmenin kendisi bile dili zorlama anlamına gelir. Uykulu şekilde yüzmek olabilir ancak uykularda yüzmek, dili zorlamak demektir. Aynı durum, mehtabın sularda sürüklenmesi ifadesi için de geçerlidir. Gerçek hayatta birden fazla kişinin (sürükledik!) mehtabı peşine takıp sularda sürüklemesi mantık dışıdır. Şiirin doğasına özgü bu nesir dışı ifadeler şiir boyunca devam eder: Yolun gümüşten olması, tepelerle ağaçların hayal mahsulü olması, yamaçların durgun suda dinlenmesi, mevsim sonunun kaybolmuş bir musikiyi andırması, rüyanın şafakta devam etmesi gibi söyleyişlerin hepsini şiir dili kapsamında değerlendirebiliriz. Aslında, şiire hakim olan bütün bu metaforlar gecenin ruhuna uygun bir dille karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Çünkü uyku, mehtap, hülya, hayal, musiki, rüya ve şafak kelimelerinin hepsi de doğrudan geceye özgü durumları anlatan yahut çağrıştıran duyguları ifadelendirmektedir.

Şiir diliyle anlamı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nesirde, nesre ait edebi metin söyleyişlerinde kurulan cümleler hep bir yapıyı oluşturma ve o yapının içine girme amacını taşır. Oysa şiirde kurulan cümlelerin bir yapı oluşturmak gibi amacı yoktur. Onlar, sadece söylenirken, söylenme esnasında işlev yüklenen ve ille de belli bir amaca ulaşma gayreti görülmeyen dil sıçramalarıdır. Örneğin Gece şiirini bu minvalde anlatmaya kalkarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar: “Kandilli uykularda yüzerken, biz mehtabı sularda sürükledik. Dönüşten hiç bahis açmadan, gümüş gibi parıldayan bir yoldan sürekli gittik. Yolun üstünde hepsi hayal olan tepelerle ağaçlar ve durgun suda dinlenen yamaçlar vardı. Mevsimin sonuydu (hangi mevsimin, belli değil!) ve musiki kaybolmuştu (hangi musiki, ne tarz bir musiki, kimin musikisi, bunların hiçbiri yok, sadece musiki). Rüyamız daha sona ermeden, şafakta gidip kaybolmuşuz, hem de uzak bir şafakta.” Şimdi bu satırları nesir diliyle ifade etsek bir anlamı olur mu? Ortaya çıkan anlam estetik bir metaya dönüşür mü? Ama görüldüğü gibi şiir söz konusu edildiğinde, şiire özgü başlangıçta kurduğumuz ön yargı, bütün bu tuhaflıkları görmezden gelerek hoş bir tını olarak ve içimize işleyen bir melodi olarak dinlememizi gerektiriyor. Bu haliyle şiirdeki olaylar gerçeklik düzleminde değil masal dünyasında geçiyor gibidir ve bize şunları söyletiyor: Evet, şair, gecenin içinde bir yolculuğa çıkmış, daha önce (büyük ihtimalle sevgilisi olan biriyle) yaşadıklarını hatırlıyor. Vakit gecenin sonlarıdır; çünkü mevsimin sonu, uyku, yolun gümüşten olması, gümüş renginin şafağa özgü doğasıyla ilgili, dönüşten bahis açılmaması, suların durgun olması (beden içindeki suyun, yahut denizin, ırmağın, gölün), yamaçların bütün bir günün yorgunluğunu üstünden atarak artık dinlenmeye çekilmiş olması, mevsim sonu, musikinin akşamda kalıp gecenin ilerleyen saatlerine sarkmaması, artık kaybolmuş olması, şafakta, rüyanın hala devam ediyor olması gibi söyleyişlerin hepsi gecenin başlangıç noktasına değil, bitişine yakın bir zaman dilimine işaret etmektedir. Üstelik, hatırlanan rüyaların hep şafakta, uyanmaya yakın olanlar olduğu göz önüne alındığında bu daha da belirginlik kazanır.

Gece şiirinin dil kurgusu, Yahya Kemal’in genel şiir anlayışının bir parçası olarak nesir diliyle bağlarını bütünüyle koparmış, söz sanatlarının, devrik ifadelerin, serbest çağrışımların vs. yer aldığı bir çeşitlilik göstermektedir.

Şiirde Yapı

Gece şiiri, aruzla yazılmış beş beyitten oluşan (Yahya Kemal söz konusu edildiğinde, ikilik yerine beyit denmesi kadar doğal ne olabilir!) bir şiirdir. Her beytin birinci mısrası durgunluk ve seyretme; ikinci mısrası ise harekete ayrılmıştır. Birinci beyitte; şair (anlatıcı), Kandilli semtini seyrediyor ve onun uykunun doruğunda olduğunu görüyor; ardından (sevgilisiyle?) mehtabı sularda sürüklüyorlar. İkinci beyitte; gümüş gibi parıldayan bir yol vardır; dönüşten bahis açmadan yürüyorlar (gitmek fiili). Üçüncü beyitte hülya tepeler ve hayal ağaçları vardır, yamaçlar ise durgun suda dinlenmektedirler. (Dinlenmenin de bir eylem olduğu unutulmamalı). Dördüncü beyitte mevsim sonunun herhangi bir zaman diliminde kaybolmuş bir musiki çalmaktadır. Bu genellemeyi sadece son beyit bozmaktadır ve onun birinci mısrasında eylem, ikinci mısrasında durgunluk vardır. Ancak dikkatle bakıldığında burada anlam akışına göre ikinci mısra önce, birinci mısra sonra gelmek zorundadır. Yani rüya sona ermeden şafakta, gitmiş, kaybolmuşuz uzakta şeklinde okunması gerekmektedir. Burada şairin mısraların yerini değiştirmesini şiire özgü bir hareketliliği sağlama arayışı olarak düşünmeliyiz.
Böylece, Gece şiirinin yapısı bir durgunluk bir hareketlilik, bir durgunluk bir hareketlilik üzerine kurulmuş gibi görünmektedir. Hareketliliği sağlayan unsurlar; sürüklemek, gitmek, dinlenmek, müzik çalmak, kaybolmaktır. Şair, her mısraya bir eylem yerleştirerek bir önceki mısrayı taşıma görevi vermiştir.

Şiirde Tema

Şiirin yapısına uygun kayganlık ve uçuculuk, temaya da hakimdir. Şiirin teması, ancak satır aralarına bakılarak bulunabilir: Gecenin insan ruhunda yarattığı hareketlilik. Gündüzün bütün o görünür, görünmez ayrıntılarını bir anda yok edip, sanki bambaşka bir dünyada yaşıyormuşuz izlenimi veren bir geceyle karşı karşıyayız. Parmaklarının ucuyla zihnimize dokunup olduğundan farklı bir dış dünya ve iç evren yaratan büyücüye benziyor bu haliyle gece. Bir semti uykuya boğuyor (Burada yüzmek, uykunun doruk noktası, gark olmak anlamında kullanılmıştır.). İnsanlara suyun içinde mehtabı sürükletiyor. Yolu gümüşe boyuyor, dönüşü unutturuyor; her şeyi hayal dünyasının bir parçası yapıyor; tepeleri, ağaçları, yamaçları… Bu haliyle gece, kaybolmuş bir ezgi, çok gerilerde kalmış bir melodidir. Ve insan, bu melodiyle, bu melodinin içinde kaybolup gidiyor; nereye? Rüyanın kucağına. Vakitse şafaktır ve hala rüyanın hükmü sürmektedir. Belki Gece şiirinin bütün detayları burada, rüyanın doğasında gizli. Üstelik şiirin teması da ondan başka bir şey değil. Başa dönersek: Gecenin gündüze özgü ne varsa hepsinin üstüne perde çekip kendi oyununu oynaması.

Gerçeklik ve Anlam

Şiir söz konusu edildiğinde, gerçeğin tek ve mutlak olmaktan çıkarak bin türlü renk ve biçime girdiğini kabul etmek gerekir. Üstelik mantığın katı kuralları ve doğanın yasaları da devre dışıdır. Buna bir de Yahya Kemal şiirini eklemlediğimizde artık gerçek dediğimiz şeyi, her şiirin kendi iç evreninden süzüp çıkarmaktan başka yol yoktur.

Gerçek: Kandilli gibi bir semt uykularda yüzmez; şiirde: Kandilli uykularda yüzmektedir. Gözleri kapalıdır ve uyku sarhoşluğu vardır üzerinde. Gerçek: Kimse mehtabı olduğu yerden alıp aşağı çekemez, suyun içine koyamaz ve suyun üstünden sürükleyemez, şiirde: Şair, mehtabı aşağı indirip, suyun içine özenle yerleştirmiştir. Bir kayık gibi, bir kano, bir sal gibi, daha yumuşak, daha geçirgen, daha şeffaf, daha bayıltıcı bir renk ve koku olarak mehtabı suyun içinde sürükleyip durmaktadır. Gecenin ortasında usulca kayan hayal gibi suyun ortasında mehtap kayıp gitmektedir.

Gerçek: Dönüşün rengi yoktur. Dönersiniz, olur biter. Şiirde: Dönüş, üzerinde durulmayan, bahsi açılmayan gümüş gibi parıldayıp duran bir yoldur.

Gerçek: Tepe ya vardır ya yoktur, ağaçlar ya oradadır, ya değildir; yamaçların ancak yansısı girer suya. Şiirde: Tepeler gecenin ortasına çadır açmış zihnin ürünüdürler; ağaçlar hayalin yansımasıdır; yamaçlar durgun suyun içine girmiş, kollarını yana uzatmış, gözlerini kapayıp dinlenmektedir.

Gerçek: Her şeyin bir sonu vardır; mevsimlerin de. Şiirde: Mevsim sonu öyle bir zaman ki? (Nasıl bir zaman! Boşluk, alabildiğine belirsizlik…) Kaybolmuş bir musiki… Kaybolmuş bir musiki olan nedir? Mevsim sonu mu? Öyle bir zaman mı? Başka bir şey mi? Belli değil. Ama siz öyle kabul edin. Belki de kaybolmuş musiki, bir zamanlar olan, olduğu için insanı buradan alıp oraya götüren, büyülü, yaratıcı bir şeydi ve şimdi yok. Tıpkı yıllar gibi, yılların üzerine ağdığı pek çok yaşam kırıntısı gibi şimdi sesi geliyor uzaktan, sadece tınılarını duyuyoruz, o kadar.
Gerçek: İnsanlar kaybolurlar. Bir semtin kalabalık caddelerinde, fırtına sonrası bir adanın kıyısında, bir uçak kazasında, bir çöl ortasında, kaybolur insanlar. Karmaşanın ortasında, dertlerin, tarifsiz kederlerin ortasında. Ama kayboldukları bir yer vardır nihayetinde. Şiirde: Gitmiş, kaybolmuşuz uzakta. Nerde? Nasıl? Kiminle? Uzakta. Uzakta işte. O uzak neresi? Belli değil. Şiir bunun peşine düşmez. Gerekli de değildir zaten. Kaybolmak için uzak yeterlidir. Belki de bu kaybolunmuş yer şafağın ortasıdır. Yani bir mekan değil, bir zaman parçasıdır. Belki bir rüyanın içidir kaybolunan yer. Bunların hepsi düşünülür, hepsi de doğrudur şiir için. Aslında, bunların hepsi düşünüldüğünde şiir şiirdir ve şiirin gerçekliği budur, anlamı burasıdır.

Şiir ve Gelenek

Mehmet Fuat, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde, Yahya Kemal’le birlikte Türk şiirinde “eski şiir geleneğinin gücüne yeniden yaslanış”ın başladığını iddia eder. (5) Oysa, Yahya Kemal şiiri gücünü doğrudan doğruya gelenekten almış olsa bile çok ciddi bir Fransız şiiri etkisini görmezden gelmemizi gerektirmez.

Yahya Kemal şiirini tek başına ve bir bütün olarak düşünürsek yararlandığı iki temel ırmaktan bahsetmek mümkündür: Birisi Cumhuriyet kurulduktan sonra bile bırakmadığı, bırakmayı hiç düşünmediği Divan şiiri estetiğinin temel dinamikleri ki ömrü boyunca aruzun dışına, bir istisnayla, hiç çıkmamış olması bunun en belirgin örneğidir, diğeri ise 1903 yılındaki Paris yolculuğunun ardından ömür boyunca peşini bırakmadığı Fransız şiiri ve onun ciddi yansıması Sembolizm. Bu bağlamda, Nerval, Verlaine, Baudelaire, Mallarme gibi Fransız şairlerinin Yahya Kemal şiirinin ahenk yapısına etkide bulunduklarını rahatlıkla söylemek mümkündür. Erdoğan Alkan Yahya Kemal ile Fransız şiir geleneği arasındaki bağı şu şekilde kuruyor: “Fransızca bilen bazı şairlerimiz Nerval, Baudelaire, Verlaine, Apollinaire, Eluard, Rimbaud, Mallarme ve Aragon gibi Fransız şairlerinden etkilenmişler ama yaptıkları şey öykünmeden, dize aktarmadan öteye gidememiş. Sonunda, yazdıkları şiir de Türk toplumunun ve Türk ikliminin şiiri olmamış. Yahya Kemal’e gelince, birçok Fransız şairinden o da etkilenmiş, bunu açıkça söylüyor. Ama ‘Avrupa irfanından bir yerli edebiyata gelmiş, mektepten memlekete dönmüş.’ dize ya da imge aktarmamış, yöntem araştırmış.” (6) Böylece bu iki güçlü ırmak birleşerek Yahya Kemal şiirinin temel dokusunu, geleneğe yansıyan çıkış noktasını ortaya çıkarmış oluyor.

Gece şiirine gelince; tematik kurgu, üslup, tarz ve eda bakımından gerçekten Fransız şiirinin yukarıda sayılan isimlerinin temsil ettikleri sembolist şiir akımının izini göstermekle birlikte özellikle biçim, vezin, kafiye kurgusu vs. bakımından Divan şiir geleneğinin izlerini taşıyor.

Şiir ve Yorum

Şiir, tıpkı Abdülhak Hamid’in Külbe-i İştiyak’ında (7) olduğu gibi omurgasını hemen bütünüyle hayalden alan bir malzeme üzerine kurulmuştur. Orada Abdülhak Hamid nasıl bir arzu kulübesi inşa etmek için bilincinin görünür görünmez bütün noktalarına müracaat ediyorsa, burada da Yahya Kemal, geceleyin geçirilen hoş anlar için uykuları, mehtabı, suları, gümüş rengi yolları, hülya tepeleri, hayal ağaçları, durgun suda dinlenen yamaçları, kaybolmuş şarkıları, şafakta sona ermeyen rüyaları yardımına çağırıyor. Böylece yukarıda sayılanların hepsi yan yana gelerek geceyi kendi doğasına yaklaştırıyor ve yakıştırıyor.
Gece olunca bütün bir yeryüzü uykuya dalar. Sanki gündüzkü telaş, hareketlilik, karmaşa yerini hoş bir yorgunluğa, o da kıpırtısız bir durgunluğa terk eder. Tam bu sıra ay doğar ve ayın yoluna devam ederken karşısına çıkıp ona eşlik edeceği şey, sudur. Gece, her şey tatlı bir uykuya dalmışken, mehtap suyun üzerinde kayıp gider. Burada, suyun üzerinde kayan, bir anlamda onunla yürüyüşe çıkan mehtaba bir de şairle sevgilisi eşlik etmektedir: Artık su, mehtap, sevgili üçlemesi gümüşi bir evren yaratmışlardır ve böylesi bir yolculukta geriye dönmekten bahsetmek anlamsızdır. Bir yürüyüşten bahsediyoruz ve onun bütün unsurlarının tamamlanması gerekir: Madem ki vakit gecedir, su var, mehtap var, sevgili var ve gümüşten yollarda yürünmektedir o halde hülya tepeler ve hayal ağaçları da gereklidir. Üstelik (belki sevgiliyle bütün bunları seyretmek için sırt üstü uzanılabilecek) bir de durgun suda dinlenen yamaç olmalı. Gündüzün karmaşası, cadı kazanı olayları ancak böylece yerini gecenin ortasına yerleşmiş bir rüya alemine terk edebilir.
Mevsim sonudur. Kaybolmuş, geride kalmış bir musikinin nağmeleri vardır. Arada bir görünüp kaybolan, gelip giden. Bunların arasına tünemiş insanların uzakta bir yerde kaybolup gitmesinden, şafakta, bir rüyanın içinde yaşıyor oluşu gerçeğinden başka ne vardır?
Şiir, bir rüya şiiridir. Gece, şaire kollarını açarak, ona bütün dertlerini, dünyevi sıkıntılarını unutturacak bir rüya gördürmektedir. Burada, rüyaya özgü ne aranırsa o var. Rüya, ister gözleri açık görüneninden, ister kapalı görüneninden olsun. Her şey hayalidir bu sebepten. Rüyada karşılaştığımız cinsten, var ama yok benzeri, aslında hayatta karşılaştığımız türden…

Şiir ve Şair

Asıl adı Ahmed Agah olan Yahya Kemal Beyatlı, 2 Aralık 1884 yılında Üsküp’te doğmuştur. İrtika ve Malumat dergilerinde Agah Kemal imzasıyla yazan Yahya Kemal, 1903’te Paris’e gitmiş, eğitimine orada devam etmiştir. Sonraki yıllarda, özellikle 2. Meşrutiyet döneminde Nev-Yunanilik hareketini başlatmasında Fransa’da aldığı eğitimin büyük rolü bulunmaktadır. Daha sonra Akdeniz çevresinde (8) gelişip serpilen ve Antik yunan-Latin kaynaklı bu hareketin ciddi bir taraftar bulmaması yahut bu kültürle Türk şiiri arasında ciddi bağlar kurulamaması üzerine bakışını Anadolu’ya yöneltmiş ve Nayilik hareketini başlatmıştır.
Milli Mücadele döneminde İleri gazetesinde yazdığı yazılarla mücadeleyi destekleyen Yahya Kemal, Cumhuriyet sonrasında “saf şiir” adını verdiği tarzı geliştirmeye devam etmiş ve eski şiirin ruhundan, gelenekten beslenmeyi ömrünün sonuna kadar ihmal etmemiştir. Şairin, 1 Kasım 1958’de vefat etmesinin ardından başkalarınca derlenip toparlanan şiir kitapları şunlardır: Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgarıyla (1962), Rubailer (1963), Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963), Bitmemiş Şiirler (1976).

Özellikle şiir söz konusu edildiğinde sık yazmayı sevmeyen ve yazdıklarını hemen piyasaya çıkarmayıp yeri geldiğinde aylar, yıllarca beklemesini, sabretmesini bilen ender şairlerimizden biridir Yahya Kemal. Bu tavır, onun şiiri bir düşünce ve duygu aracı olarak görmenin ötesinde amaç gibi kabul etmesinin sonucudur. Aynı tavır, Divan şiiri tarzında yazdığı ve Eski Şiirin Rüzgarıyla adı altında toplanan metinlerinde de İstanbul’un kültürel ve siyasal tarihinde yer etmiş olayların anlatılması esnasında da geçerlidir. Yahya Kemal, ele aldığı konu ne olursa olsun hep nesneyi estetiğe dönüştürme bilinç ve duyarlılığıyla hareket etmiştir. Yahya Kemal Enstitüsü müdürlüğü yapan Nihat Sami, onun kitabına konan bir yazısında şiirlerini üç kategori altında toplayıp şöyle demektedir: “Kendi Gök Kubbemiz grubunda, Türk milletinin, Türkiye topraklarında yarattığı; Türk kanıyla İslam imanının birleşmesinden doğan; büyük milliyet ve medeniyet niteliğini, yüceliğini ve güzelliğini terennüm eden şiirler yer almıştır. İkinci kısımda şairin düşünüş şiirleri ve bilhassa rindlik, ufuk ve ölüm temaları üzerinde durduğu şiirler vardır. Üçüncü kısımda, daha çok, aşk şiirleri sıralanmıştır. Fakat Yahya Kemal, her şiirini, mutlaka milli üslupla söyleyen, büyük tefekkür şairi olduğu için, bu bölümlerin herhangi birindeki şiirlerin çoğu, öteki bölümlere de girebilecek özelliktedir. Onun aşk şiirlerinde, zengin vatan ve düşünüş unsurları; düşünüş şiirlerinde aşk unsurları vardır.”(9) Yahya Kemal şiirlerini bütün olarak değerlendirmeye dönük bu yaklaşımı bir başka açıdan değerlendirmek mümkündür: Nasıl ki aşk şiirlerinin içinde düşünce, düşünce şiirlerinin içinde aşk sızıntıları varsa, aynı şekilde tarihin içine bugünü, bugünün içine dünü yerleştirme; anlamın içine biçimi, biçimin içine anlamı; ahengin içine temayı, temanın içine ahengi, rüyanın içine gerçeği (hayatı), gerçeğin içine rüyayı vs. yerleştirme anlayışı vardır Yahya Kemal’de. Bu da onun hangi şiirini ele alırsak alalım, şiiri bir dünya görüşü gibi benimseyip bir yaşam tarzı olarak kabullenmesinin çok doğal sonucudur.

Sonuç

Yahya Kemal Beyatlı, özellikle Cumhuriyet sonrası şiirimizin önde gelen ve ana damar sayabileceğimiz şairlerinden biridir. Bizde, “saf şiir” anlayışının kurucusu ve aynı zamanda en önemli temsilcisidir. Bu tarafıyla kendisinden sonra bir gelenek oluşturduğunu ve bu geleneğin şiiri kendi kendisinin amacı addetme mantığıyla hareket ettiğini söyleyebiliriz.


DİPNOTLAR
1 BEYATLI, Yahya Kemal; Kendi Gök Kubbemiz, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 47.
2 GÜRSOY, Belkıs Altuniş; Türk Dünyası Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001, Cilt: 2, s. 255.
3 BEYATLI, Yahya Kemal; Edebiyata Dâir, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1984, s. 7.
4 AKSAN, Doğan; Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Be-Ta Basım Yayım A.Ş., İstanbul, (Tarihsiz), s. 18.
5 FUAT, Mehmet; Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, 11. baskı, İstanbul, 1997, s. 11-12.
6 ALKAN, Erdoğan; Şiir Sanatı- Dünyada ve Türkiye’de Şiir Akımları, Şiirin Temel Sorunları-Kavramları, Yön Yayıncılık, İstanbul, Ocak 1995, s. 410-411. Alkan, kitabının 411. sayfasından 422. sayfasına kadar Yahya Kemal şiiriyle Fransız şiirinin önde gelen temsilcilerinden Nerval metinleri arasında bir karşılaştırma yapmıştır.
7 TARHAN, Abdülhak Hamid; Hep yahut Hiç, Hazırlayan: İnci Enginün, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982, s. 141-145.
8 Büyük ihtimalle, Yahya Kemal’in Parisli yıllarında Avrupa kültür mahfillerinde fikirleri ciddi şekilde tartışılan ve öncülüğünü Fernand Braudel’in yaptığı Annales Okulu’nun Nev-Yunanilik düşüncesinin oluşmasına ilham teşkil etmiştir. Süreç ve hareketlerin sahip olduğu fikirlere bakıldığında bu yargı, üzerinde düşünülmeyi ve analitik bir yaklaşımı hak ediyor. Annales Okulu hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Peter Burke: Annales Okulu, Çeviren: Mehmet Küçük, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2002.
9 BEYATLI, Yahya Kemal; Kendi Gök Kubbemiz, (Nihat Sami Banarlı Ön Söz’ü), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. VI.

Artikel Terkait

Yorumları Göster
Yorumları Gizle

4 yorum

Teşekkürler Bu Bilgiler İşime Çok Yaradı.

Bu ne ya ahenk filan yok hiç işime yaramadı

YORUM YAPARAK SORU SORABİLİR veya KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ...

1) Yaptığınız yorum biz onayladıktan sonra görülecektir.
2) Yazım kurallarına mümkün olduğunca dikkat ediniz.
3) Kullandığınız üslubun kişiliğinizi yansıttığını unutmayınız.
4) Yorumunuza emoji eklemek için "Emoticon" butonuna tıklayın.
5)Yorumunuza gelecek cevabı takip etmek beni bilgilendir kutucuğunu işaretleyebilirsiniz.


EmoticonEmoticon

Edebiyat yazılılarında başarınızı artırın, kanalımıza abone olun!